- Nele merhaba ben Bilal
- Aa merhaba, nasılsın?
- Teşekkürler, sen nasılsın?
- Yorgunum biraz, biziklitimle uğraçtim, artık çalışıyor, çok mutluyum.
- Ne güzel, Nele ben çıkıyorum evden bişey lazım mı?
- Hayır, herşey var sen gel.
- Tamam. Sokağa gelince ararım.
-Sokağı biliyorsun? Göstermiştim değil mi? O sokaktan ileriye doğru yürüyünce “Welt Kafe” var, “Dünya Kahvesi” oluyor, oranın üzerinde kalıyoruz.
- Tamam kafeye gelince ararım tekrar, görüşürüz.

Museumquartier metro durağı, 23:00’ kadar açık olan bir market. Eli boş gitmemek için metro aktarmaları sırasında yol üzerindeki bu markete uğrayıp bir şarap bir de cips alsam fena olmaz.

- Ein Mon Petit, ein Pringles. Alles?
- Ja.
- Danke schön, tschüs.
- Auf wiedersehen.

Sonunda varmam gereken durak. Saat geç olmuş. 22:30. Evet sanırım bu taraftandı. Yürümeye başladım, sokağı buldum, sağıma soluma bakınarak caddeyi boydan boya yürüdüm. Yol ayrımı. Ne taraftan acaba? Üstte birşey yok, aşağıya doğru yürümeye devam. Hah işte Welt Kafe.

- Nele ben Welt Kafe’nin önündeyim.
- Tamam canım, geliyorum ben.

Ev partisi deyince aklınıza ne geliyor? Benim ilk olduğundan dolayı birkaç arkadaşın çağırılıp, müzik açıp kendilerince takıldıkları bi gece canlanmıştı aklımda. Değilmiş. Devasa bir ev (Viyana’da gördüğüm en büyük ev, zaten dernek gibi kullanıyorlarmış), tıklım tıklım insan. Kapıdan girer girmez bir langırt, içerideki odada dev ekran sinevizyon, kocaman bir mutfak, sinevizyonlu salonun hemen yanında yine büyük bi salon yandaki odaya da kapısı var. Yan odasında bi sürü yatak, tavan yüksek olduğundan thtalarla falan bölerek iki kat yapmışlar, ve dj kabini, turn tableı ile birlikte. Kapısı genelde kapalı olan diğer tarafta da 2 tane oda ve koridorda büyükçe bir banyo, ayrıca tuvalet. Tuvaletin üstündeki yazı süperdi.



Nele ev sahibi sayıldığından beni birkaç arkadaşla tanıştırıp diğer insanlarla ilgilenmeye gitti.

- Burada kimse türkçe bilmiyor ama senin için iyi almanca pratik yapabilirsin. Tabi ki biz türkçe konuşuruz ama az.
- Denerim.

İlk bira Nele’den idi. Mutfakta birayı satıyorlar, 1€ dışarıdan alsan 80 sent falan. Tanıştırdığı elemanlardan biriyle muhabbet etmeye çalışırken sanırım pot falan kırdım, çok verimli geçmedi muhabbetimiz. Almanca bilmiyorum ne yapayım. Ama onlar otunu esirgemedi benden. Sardılar, bikaç fırt aldım. Sonra bunlar langırt oynuyorlardı onları izledim sonrasında ortalıkta malak gibi dolaşırken bi kız yaklaştı,

- Türkçe konuşuyordun değil mi?
- Evet!?

Sanırım tripteyim falan diye düşünürken hakkaten türk olduğunu anladım. Baya muhabbet ettik, sevgilisi almanmış onunla gelmiş falan. Anlattı da anlattı. Bir yıldır burdaymış, yüksek lisansa gelmiş. Gerçekten çok iyi gelmişti, adını bile hatırlamıyorum. Hatta bi ara Nele de geldi 3’ümüz muhabbet ettik, kız şoklarda nasıl bu kadar düzgün konuşabilir diye. Hatta muhabbette bi yerde,

- Aaa çok güzel türkçe konuşuyorsun.
- Tabi yaa.
- Haha “yaa”yı bile biliyor.
- Ben demiştim de inanmamıştın.

Bizim türk kızın bi ara sevgilisi falan geldi, bi tane de eğlenceli bi adam geldi arkadaşıymış. Kafalar güzelleştikten sonra almanca bile konuşmaya başladım. Anladım ki yabancı dil ayıkken konuşulmuyormuş. Bunlar arada bir geliyorlar, arada bir hep beraber bi yerlere gidiyorlar falan. Ama o Norveç’li elemanla kızın sevgilisi arasındaki türkçe hakaretleşmeler hakkaten çok komikti. Norveçli olan sadece “alman” lafını biliyor, alman çocuğa sürekli “aaalman, aaalman” falan diyor, diğeri biraz kapmış sevgilisinden “aptal Norveçli” falan diyordu, biz de kahkahalara büründük tabi. Bi ara bunlar yokken bi eleman geldi, hippi tipli bişey, saç sakal birbirine girmiş. Almanca bişeyler söyledi hiç bişey anlamadım, in english please, ha ok dedikten sonra uzun çarşafın var mı dedi, ot sarcaklarmış uzun çarşaf lazımmış falan. Ben de yok malesef ya dedim. Ha öncesinde adın ne diye sordu dedim Bilal, ben de Philip, oo my friend deyip sarıldı sonra derdini anlattı yok deyince yine sarıldı gitti. Ne cana yakın adamdı o öyle.

Bunlar 01:30 gibi partiden ayrıldılar. Ben de biraz daha oturdum artık tek başına kalmaktan sıkıldığımdan dolayı tam çantamı ve hırkamı almıştım ki Nele ile göz göze geldik.

- Nereye gidiyorsun?
- Ben uyuyayım artık.
- Ya ama ben senle ilgilenemedim hiç, insanlar vardı. Bi dakka, sana bu birayı hediye olarak vermek istiyorum, bunu iç öyle gidersin.
- Peki.

Oturduk mutfağa orada saatlerce muhabbet ettik, ne uykum kalmıştı ne yorgunluğum. Nele kasada beklemek zorundaydı sanırım, o yüzden mutfakta oturduk. Bi ara mutfaktaki kangoyu çalmaya başladım, Nele gözlerini kapatıp ritme ayak uydurunca hem mutlu oldum hem de çok hoşuma gitti. Öyle tatlıydı ki. Durunca “güüzel çalıyordun devam etsene” dedi, kırmadım. Attığım da reggie ritmiydi zaten, öyle basit bi ritm, alttan alttan. Bi ara mutfağa bi arkadaşı geldi almanca muhabbet ettik sonra Nele benle türkçe konuşamaya başladı “şimdi biz böyle konuşuyoruz o anlamıyor, çok güzel haha”. Dili de peltekleşti Nele’nin, bi de aksanı zaten çok tatlı, daha bir tatlı hale geldi. “Metroda bazen giderken türkçe konuşuyorlar ya o zaman dinliyorum böyle anladım hehe anladım demek geliyor”. Ya zaten sürekli gülen birisi, resmen enerji saçıyor kız.

- Sen burda kalmak istiyorsun?
- Kalabilir miyim, var mı yer?
- Var var, çook. Geliyorum.

Geldi, yerimi hazırladığını söyledi zaten parti de bitmeye yakındı baya azalmıştı millet.

- Ben yatıyorum, cok uykum geldi.
- Tamam ben de yatıcam.
- Tamam, bak yatağın burası.
- Teşekkür ederim Nele.
- Bişii diiil. İyi geceler, seni seviyuruuum.
- Ben de, ich auch, iyi geceler.

Hayatımda uyuduğum en mutlu uykulardan birisiydi. Sabah ise Nele’nin “günaydııın” demesiyle uyanmak apayrı bir keyifti açıkçası.


Blogger tarafından desteklenmektedir.