"Başka koşullar altında tanışsaydık keşke" dediğiniz insanlar oldu mu? Benim olmuştu öyle bikaç tane. Sonra da düşündüm, ne değişirdi acaba başka koşullar altında tanışsaydık diye, çok ilginç şeyler geldi aklıma. Düşünsenize bir insanla tanışıyorsunuz ve hayatınız tamamen değişiyor. Şimdiye kadar aldığınız kararlar, yaptığınız şeyler, belki de tamamen yaşantınız, ilginç.

Örneklendirmeye çalışayım. Mesela Ankara'ya ilk geldiğim sıralardaki arkadaşlarımı bulmasaydım, şu an uyuşturucu müptelası, serseri, inek, derslerinde aşırı başarılı ya da kimseye sevgisi olmayan biri olabilirdim. Herşey mümkündü. Kişisel gelişimimde "onlar" çok kritik bir yerde duruyorlar. Şükranlarım hepinize sonsuzdur.

Duygusal gelişimimle ise gerçekten "keşke başka koşullarda tanışsaydık" dediğim bir insan oldu. Sanırım sevme kavramını ondan öğrendim ama epey uzunca bir süre o ateşin devam edip sonrasından hiç birşey hissetmemeye dönüşmesi üzücüydü. Dediğim gibi başka şartlar altında tanışmış olsaydık, hayatım tamamen farklı olabilirdi. Sana da şükranlarımı sunuyorum, Bilo'yu Bilo yapan insanlardansın, senin yerinde epeyce mühim.

Her zaman dediğim gibi, hepimizin karakterleri ayrı ama bu karakterleri oluştururken herkesin ilham aldığı, bir şeyler kaptığı insanlar, kitaplar, filmler, müzikler vardır. Yani insan birey olarak toplum etkileşimiyle bu hale gelmiş bir olgudur. Her ne kadar her insan birer özgün yapıt olsa da her zaman varolan varlıklardan esinlenip, onları harmanlayıp birey olur. Yani o kadar da özgün görmeyin kendinizi, dünyada varolan ve yolunuzun kesiştiği her şeyden birer parçasınız aslında sadece onları özünüzde nasıl harmanlarsanız o hale gelirsiniz. "Sen kimsin? sorusuna uzun uzun "ben annemim, babamım, okuduğum kitaplar, tanıştığım insanlar, izlediğim filmler, dinlediğim müzikler, yediğim yemekler vs vs" diye cevap vermektense sadece ismimizi söyleriz ya da üzerimize yapıştırdıkları etiketi (öğrenci, gezgin, avukat, doktor, baba, kardeş vs).

Tekrar okuyunca yazdıklarımı biraz karmaşık gibi geldi ama aslında çok basit. Siz şans eseri ya da sınırlarınızı zorlayıp siz olmuşsunuzdur. Doğduğunuz, yaşadığınız yerle etkileşmişsinizdir, böylelikle bir birey vasfı kazanmışsınızdır. Aslında çokta düşünmeye gerek yok, sonuçta yemek yiyen, sıçan, kendince fikirleri ve idealleri olan kişileriz. Tek temennim etkileştiğiniz şeylerden iyi şeyler kapmış olmanız ve bunu özünüzde iyi harmanlamış olmanız.

Seviyorum hepinizi.
dahası...


Yoğun ve güzel geçen bir hafta. Evimizden 3 tane CSer geldi geçti 10 gün içinde. Aslında bi tanesi hala burada ve perşembeye kadar kalacak. Hayatımın en yorucu haftalarından biriydi diyebilirim ve bir o kadar da mükemmel! Sanırım artık Viyana'da rehberlik için başvurma zamanım gelmiş. Herkesi gezdirmekten nereler gezilir iyice ezberledim, birazcıkta tarihini öğrensem tamamdır. Alexandra pazar günü geldi ve ertesi gün Prag'a doğru otostoba çıktı, o araba beklerken Sandra geldi eve ve resmen bir hafta boyunca süper zaman geçirdik. Sandra yetmez dedik cuma günü Julien'i de kabul ettik evimize. Pazartesi Sandra'yı bir sonraki istasyonuna uğurladıktan sonra Alexandra tekrar geri döndü, uçağını beklemek üzere. Biraz karışık değil mi? Yani bu satırları pazartesi gecesi yazıyorum ve yarın öğlen Julien'de gitmiş olacak ve biz sadece Alexandra'yla kalacağız perşembeye kadar sonrasında yine biz bize oturuyor olacağız.

Pazartesiden itibaren yazmayı denersek eğer, dersten çıktıktan sonra Sandra'yı Reumannplatzdan aldım, Ali Abi'lerde kahvaltı yaptıktan sonra (Üçler Bäckerei) Güneş'e de biraz simit alıp eve geldik. Öğleden sonra çıkıp şehir merkezini gezdik, Pakistan restoranına gittik, epeyce muhabbet edip güldük eğlendik. Akşamına "Orta Amerika Film Festivali"ne gitmeyi planlıyorduk ama hepimiz yorgunluktan bayılmışız. Ertesi gün öğleden sonra kalkabildik.

Salı günü ise ben tekrar derse gittim, Sandra 2'ye doğru uyanmış. Sonrasında Hundertwasserhaus'a falan gittik heralde tam hatırlamıyorum :) aslında pazartesi günü Schönbrunn'a da gitmiş olmamız gerek. Neyse, akşamına almanca konuşma şeysine gittik yine, Sandra da geldi, almanca konuşabiliyor. Orada da yeterince kaldıktan sonra eve gelip saatlerce muhabbet ettik, onun katıldığı bazı workshoplar üzerine. Hakkaten neredeyse sabaha kadar sürdü.

Çarşamba günü ise bisikletlere atlayıp şehri gezdik. Öncesinde Belvedere Sarayı'na gittik, biraz dolanıp oradan Stadtpark ve Prater. Prater'in arkasındaki büyük yeşil alanda epeyce bisiklet sürdükten sonra çimlerde yayıldık, çocuk parkında eğlendik ve akşam şehre geri döndük. Bir bankın üzerinde yenilenebilir enerji, Avusturya, Türkiye ve Hollanda siyaseti üzerine yaklaşık 2 saat belki daha fazla konuştuk. Ardından da epeydir denemek istediğim Fire Shot'ı (bir önceki yazıda videoları mevcut) denemeye gittik. Hakkaten iyi ki gitmişiz, süperdi. Orada da Türkiye politikası, Kürtler, islamiyet üzerine epey uzun süren bir konuşmamız oldu. Daha önce hiç bir yabancıyla bu kadar içten ve uzun konuşmamıştım bu mevzuları. Can kulağıyla dinledi, biz de içtenlikle anlattık. Sanırım Türkiye ile ilgili hemen herşeyi biliyor artık.

Perşembe gününü hiç hatırlamıyorum :) sadece evde de oturmuş olabiliriz. Aa dur hatırladım, geç kalkmıştım yine ve çok bitkindim, Sandra'yı Donau'ya yolladıktan sonra evde takıldım gün boyu, akşama doğru Sandra ve Kayhan'la buluşup etrafta takıldık. Akşam için alışveriş yapıp eve döndük, Sandra yemek yapacaktı çünkü. Bizimkiler pek beğenmedi yemeği, içindeki fransız keçi peyniri yüzünden ama bence fena değildi tabi.

Cuma günü Julien'i bekliyorduk, geldi. Öğlen gibi geldi eve, gelir gelmez de bizden biri gibi davranmaya başladı. Sandra zaten evden biri olmuştu artık, Julien de çabuk ayak uydurdu. Kahlenberg'e gittik gezmeye ardından da Sandra'yı orada bırakıp şehir merkezine indik, bikaç klise ziyaretinin ardından merkezdeki görülesi yerleri görüp Sandra ve Güneş ile buluştuk. Eve gidip içki içtik, ardından kendimizi CS partisine attık. Umduğumdan kalabalık ve güzeldi, müzikler hakkaten muhteşemdi. İçerideki hemen herkes tanıdık, zaten bi dünya bizim tayfadan adam geldi falan derken baya baya bizim köyün partisi haline geldi. Saat 4 gibi Travel Shack'e tekrar gittik Julien Fire Shot denesin diye. Herşey gayet güzeldi, taa ki otobüste bilet kontrolü olana kadar. Sanda o vakit cüzdanını Travel Shack'te unuttuğunu farketti ama çok geçti, çok birileri yürütmüştü.

Tüm cumartesi günü cüzdanıyla ve banka kartını iptal etmekle uğraştı Sandra, hava zaten yağmurluydu, biz de evde kaldık. 5'te sadece kuş sütünün eksik olduğu kahvaltmızı yaptık ve tüm günü öyle harcadık. Gece Beşir'lere gidip çamaşır yıkadım, geç olunca da orada konaklamayı tercih ettim.

Pazar günü geldiğimde kahvaltı çoktan hazırdı, üzerine kondum. Yine yemek ve muhabbetle geçen bir gün olmuştu. Akşam da kek, tiramisu yaptık, baklava aldık. Sadece tatlılardan oluşan bi akşam yemeği yedik, farklı bir deneyimdi.

Pazartesi Sandra'nın gitme vakti gelmişti, Alexandra'nın ise gelme :) Sandra normalde 11'de gitmeyi planlıyordu ama uyanamamış, biz de 3'te yolladık. Sonra da Julien'le şehre bakmaya gittik. Hundertwasserhaus'ta kahve içtik sonra Alexandra, ben, Julien Schönnbrun'a gittik. Baymaya başladım aynı yerleri sürekli gezmekten :) Akşamına ise Julien mükemmel bir Meksika yemeği hazırladı.Hayatımda tattığım en farklı ve güzel şeylerdendi.

Salı gününe ise Julien'i uğurlayarak girdik, hakkaten ikisini de özleyeceğim heralde. Buyrun bizim misafirleri;


Sol baştan: Güneş, Julien, Sandra ve ben.


dahası...


Yorucu geçen iki haftanın sonunda neler olup bitmiş şöyle bir bakarsak yine epeyce yoğun geçmiş. Bir hafta boyunca figüranlık, hemen ardından CS misafirleri ağırlamaca, bolca takılmaca, partiler, festivaller falan filan.

Figüranlık olayı hakkaten umduğumdan da eğleceli ve verimli geçti. Filmin adı "Kebab mit Alles" konusu da anlatıldığı kadarıyla bir mekanı hem Türklere hem Avusturyalılara satmış birisi, onlarda ortak kullanmaya karar vermiş. Birisi cafe diğeri kebapçı açmış oraya biz de orada lazım olan figüranları oynadık. Fİlmin başrolünde Tim Seyfi abimiz vardı Türk kanadından. O abimizi "2 Süper Film Birden" filminden de bilirsiniz bi de "Aşk Tutulması"nda oynamış. Çok cana yakın bir abmiz, set aralarında sürekli muhabbet ettik ve bence filmi kurtaran adam oydu çünkü kostümcüler bizi Türk yapacağız diye kılıktan kılığa soktu, Timur Abi toparladı. Pazartesiden Perşembeye kadar hergün gittim, 2 günü hiç çalışmadım ama yine de para aldım. Akşama kadar oradaki açık büfelerden yararlanıyorsun, yatıyorsun, sigara falan. Hayatımda yaptığım en basit işti diyebilirim. Neredeyse orada oturmamızdan ve yiyip içmemizden para kazandık. Birisi aradığında; "Abi setteyim ya, çekim uzayabilir siz gidin, yoğunuz malum" gibi cümleler sarfedip kendimizi önemliymiş gibi gösteriyorduk millete, çok eğlenceli. Güzeldi, darısı bi dahaki filmlere.

Müzikte bir iki haftadır askıdaydı, Manu ameliyat olmuş. Ne olduğunu anlatamadı, bilmiyodu da bence kıl dönmesi falan bu ara etrafımda çok kişide olmaya başladı, salgın olmasın? Göte mukayet olmak lazım.

CS olayına gelecek olursak. Her zamanki gibi her salı gidip almanca konuşuyorum, milletle muhabbet falan. Onun haricinde geçen pazar bir Rus kızı ağırladık hemen ertesi gün Sandra geldi, o günden beridir de bizde. "Siz sıkılana kadar sizdeyim" dedi, biz de "kal istediğin kadar" deyince pazartesiye kadar kalma kararı aldı. Aslında biz uzattık onun kalma süresini "şu gün şu var, bu gün bu var" diye diye cumartesi ettik günü, sanırım pazartesi de Julien'le birlikte ayrılacak. Cuma günü de Sandra'nın üstüne Julien geldi Kaliforniya'dan. Şu anda iki kişi birden misafir ediyoruz. Onları gezdirmekten harbi yoruldum bu hafta ama değdi ya, bi çoğuna epeydir uğramamıştım. Herşey düne kadar güzeldi gayet taa ki Sandra cüzdanını kaybedene kadar.

CS'in partisi vardı cuma günü. Baya kalabalıktı, geç gittik ona rağmen geç saate kadar hala tıklım tıklımdı.Epeyce eğlendik, dans ettik, kurt döktük sonrasında Travel Shack'e gittik fire shot atmaya. Fire shot hakkaten süper bişey, aslına bakarsan aynen şöyle bişey;



Bu da Viennese Blood. Bu da ağzında milyonlarca iğne etkisi yaratan bir içki ama gayet güzel tadı var;



Şimdilik bu kadar sanırım, aslında belki detaylar falan ama aklıma gelenler bunlar.

Ha bu arada derslere de başladım, bi tane de arkadaş edindim ilk günden. Kız baya cana yakındı ve sanırım baya yardımı olacak çünkü ne sorsam fazlasıyla yanıtladı ve inek gibi not alıyordu, işime yarar çünkü okul hakkında hiç bir bilgim yok, ne yapacağımı bilmiyorum. Neyse bekleyip anlarız ne yapılması gerektiğini.

Öperim.
dahası...


Dün akşam 6-7 yıllık arkadaşla konuşuyorduk ergen zamanlarımızı, neydik ne değildik falan diye. Sonra hakkaten merak ettim ve düşünmeye başladım, nasıldım ben ergenken diye. Hatırladığım kadarını eğrisiyle doğrusuyla yazayım dedim.

Kaçlı yaşlarda başlar ki ergenlik? Benim ergen adımlarım sanırım 10'lu yaşlarda başladı. 10 ya da 11 yaşındayken bayram harçlıklarımla gidip kızıl boya almıştım, o sıralar favorim Athena'ydı, ben de kafamı Gökhan gibi yapacaktım. Tabi bunu Tavşanlı'da denemek o kadar da sağlıklı bir fikir değildi ama olsun, asiydik bi kere.

Ha asiydik derken öyle kırıp dökme, sürekli sağa sola hakaret falan etme huyum yoktu. Ömrümde bir kere kavga ettim ben zaten. Garip dimi? Bence değil, hiç ihtiyacım olmadı ki. Kavga edeceğim zaman ya uzlaştım ya da kaçtım, en basit ve en işe yararıydı.

"Ergenim ben, çekilin!" deyip odama kapanıp ağlamadım da ben. Alıngan adamdım, onu da olabildiğince çabuk yenmeye çalıştım. Ergen çıkışlarım da olmadı benim, öyle olur olmaz anneye, babaya, eşe, dosta çıkışmadım, alakasız yere bağırmadım. Sığırlık yaptıysam istemeye istemeye de olsa Sığırlığımı kabul ettim, özür dilemesini, teşekkür etmesini, affetmeyi, takdir etmeyi ergenken öğrendim.

Açık fikirli olmaya çalıştım. 14 yaşıma kadar cemaatlerle takıldım, ardından şehir de değiştirmenin etkisiyle önce ateistler, sonra komünistler, gay ve lezbiyenler, punklar, sanatçılar falanlar filanlarla takıldım. Her fikirden arkadaş edindim, her birini anlamaya çalıştım, aklıma yatmasa da onun neden aklına yattığını anlamaya çalıştım.  Hiç birini de kopyala-yapıştır yapmadım. Her birinden beğendiklerimi harmanlayıp kendi fikrimi oluşturmaya çalıştım.

Okudum. Ergenken daha çok kitap okurdum ben, şimdi çok azalttım, tekrar yüklenmeli kitaba. Her telden okudum. Birbiriyle hiç alakası olmayan kitaplar okudum, tek düze gitmedim kitap seçiminde.

Sevdim. Sevmeyi öğrendim ben ergenken. Herkesi ve herşeyi. Sevmenin ne güzel bir paylaşım olduğunu da ergenken öğrendim. Sevdiğinde herşeyin daha güzel olduğunu, senin sevgin gözle görülür olunca insanların da bundan etkilenebileceklerini öğrendim.

Saygıyı da o zamanlar öğrendim. Bi insan Sığır olsa da saygı duyulması gerektiğini öğrendim. Cahiline bile saygı duydum, yalan yanlış aktarmaya çalışsa da bildiklerini(!). En çokta delilere saygı duydum, imrendim hep. Tartışma ortamlarında kendi fikrime zıt olan fikri bastırmak için bağırmadım, sakince dinledim varsa haklı noktası onu yakalamaya, kendi fikrimdeki açıkları bulmaya çalıştım. Kendi öğrendiğim %100 doğru olmak zorunda değildi.

Özür dilemesini de öğrendim. Yaptığımda ufacık bile yanlış varsa özür ve af dilemesini öğrendim. Özür dilemenin insanı yermekten çok yücelteceğine inandım. Kin tutmadım. Kimseden nefret etmedim*. Nefretin insanın kendine zarar olduğunu, kinin kendinden başkasına zarar vermediğini anladım. Yaptığım şeyler doğru bile olsa karşımdaki yanlış anladıysa yine özür diledim, gocunmadım hiç özür dilemekten.

14-17 yaş aralığım maddi açıdan epey sancılı geçti. Tasvir etmem gereksiz yani sadece harçlığım az falan değildi. Harçlığım zaten yok, yeme-içme, konaklama sıkıntım da vardı. Yani Fight Club'ta bahsettiği "tamamen dibe vurmadan asla özgür olamazsın" sözündeki tamamen dibe vurma sendromuydu ve hakkaten de özgürlüğümü o zaman kazandım. Yeryüzünde sikimde saat dolaşma yıllarım o zaman başladı. Sınavdan düşük almak, en sevdiğin pahalı bir aletin kırılması, en yakınının ölmesi, dibe vurduracak başarısızlıklar, yarını bırak 2 saat sonranı görememek hiç dokunmuyordu artık. Ben varım, buradayım ve hiç bir şey dünyanın sonu olamaz. Sadece arkadaş kaybetmeyi hiç bir zaman göze alamadım. Hayatta en değerli varlıklarımdı arkadaşlarım o dönemler. Sonra ön plana aileyi yerleştirdim ama ergenken ilk sırada arkadaşlarım geliyordu çünkü eskiden hit olan Şebnem Ferah'ın Sigara şarkısındaki gibi iyi dostlar yetiştirmiştim ve hepsi ailem olmuştu.

Kız arkadaşlarımı da bu düşünceyle hep 2. plana ittim. Eğer arkadaşlar birşeyler düzenlemişlerse, o gün kız arkadaşımla yıl dönümü bile olsa arkadaşlarıma gittim. Tereddüt bile etmedim. Kendini arkadaşlarımdan üstün kılmaya çalışan sevgililerimden de nefret ettim resmen. Kimse onların yerine koyamazdı kendini, hala da öyle. Ve işte sırf bu yüzden çok sık kız arkadaşım olmadı :) Nedense hayatlarının odağında sevgilisi olsun istiyorlar, gereksiz. Farklı yaşamlardan geliyoruz ve sadece bir noktada birleşiyor yaşamlarımız. Neyse bu başka bir konu.

Velhasılı kelam, 16 yaşımda üniversiteye de başlamamın etkisi de söz konusu diye düşünüyorum, ergenliğim lise kavgalarıyla, arabesk replerle, saç jöleleriyle, karı kız tavlamaya çalışmakla, sağa sola atar yaparak ya da gereksiz triplerle geçmedi, mutluyum.

Bu da tüm ergen kardeşlerimize gelsin :)


_______________________________________________________________
*Nefret etmeme ve hoşgörme katsayım son bir yıldır örseleniyor.
dahası...


Eveet yine çok fazla olmuş yazmayalı ve ben yine çok fazla şey yapmışım. Tamam bu sefer tek tek geçmeyeceğim üstünden, sadece olabildiğince detaysız ama önemli noktalara değinerek devam edeceğim.

Öncelikle yine bir misafirimiz vardı, Charlotte, Fransa'dan. Toulouse'dan geldi. Çatlak bi opera öğrencisi. Buradaki okullarla görüşmeye gelmiş, gelmişken de geziyor tabi. Sayesinde resmen hayatım değişti diyebilirim. 2 gece kaldı ve o günden beridir de sıkılmıyom, sıkılacak vaktim olmuyor çünkü (nispet yapar gibi oldu, neyse). Charlotte'un 2. gününde sürekli netten görüştüğüm bi arkadaş vardı onunla buluşma şansım oldu, dedim misafirimiz var atla gel.

Off aslında konular hep çok uzun, keşke biriktirmeden yazsaymışım. Neyse, Mariahilfer'de arkadaşlarla turlarken Lena'yı aradım "gel kız" diye. O da kırmadı geldi tabi. Turlama bittikten sonra Charlotte'la buluşup pizza yemeye gittik. Öncesinde Lena'nın erkek arkadaşının barına gidip bişeyler içtik falan. Levente diye Macar bi arkadaşıyla tanıştık Charlotte'un, adam türkçeyi sökmüş, acayip eğlendik ya. Tanışırken elini uzattı;

- Where are you from?
- From Turkey.
- Ohoo nasılsın kardeşim.
- İyiyim kardeşim sen nasılsın?
- İyiyim çok şükür.
- Oha you know it!
- Evet, çok konuşamıyorum ama biliyorum Türkçe.
- It is great!
- Ne mutlu Türküm diyene!
- ahahah

Adam Marcus'un (Lena'nın sevgilisi) barında da başladı İbo'dan "tek tek"i söylemeye, Güneş-kun'la ben yere yattık gülerken. İbo hayranıymış. Türkiye'yi de çok seviyormuş.Baya garip adamdı, sonra bizle pizza yemeye gelmedi, onu yolladık. O da operacı.

Lena, ben, Güneş-kun, Charlotte ve iki diğer Avusturyalı arkadaşı pizza yedik, bolca muhabbet ettik ve Lena'nın muhabbetlerde kahkahalara boğulduk. Lena Türkçe'de sadece iki kelime biliyor birisi "yedi buçuk" diğeri de "biber", ha bi de artık "bağcık"ı biliyor :) Abi insan başka bir dilde bişeyler öğrenirken selam vermesini ya da küfretmesi öğrenir, bu yedi buçuğu öğrenmiş, ona da koptuk. Ertesi gün Charlotte'u yolladık, yollarken de foto çekildik tabi ama bizim kanepede çekilmeyi unuttuk bu sefer, olur öyle.


Bi CS de böyle geçti. Oradan hemen Manu'ların eve aktım, grubu oluşturmaya başlamış, elemanlarla görüşecektik ertesi gün falan ya da iki gün sonra, onları konuşmaya çağırdı hem de çalarız falan dedi. Gittim gider gitmez bişeyler doğaçladık. Aslında Manu'nun şarkıları çaldık, adamın süper şarkıları var. 

Bu aralarda da sürekli okula gidip kayıt işlemleriyle ilgili eksikleri gideriyorum, ders seçimleri falan. Neyse ki hepsini hallettim, dört ders seçtim bakalım ne olacak. 14'ünde ya da 15'inde başlıyor dersler. 

Ertesi gün bi inşaata temizlik niyetiyle gidip amelelik yaptım. Aç karına sabah 8 akşam 6 çalıştık Talha çocukla. Ebemiz mikildi. Hem de sadece 40€ için. Hayat zor tabi, ekmek aslanın ağzında ama arkadaş bu kadar da olmazki. Neyse normalde cuma, cumartesi ve pazar da çalışacaktık ama hem patronu sevmedik hem de yaptığımız işin hakkını vermiyorlardı hem de cuma Manu'larla görüşeceğimden sadece bir gün çalıştık. Eve gelirken de döner kaptık birer tane, açlıktan ölmek üzereydik çünkü. Onu afiyetle yuvarladıktan sonra Güneş-kun'nun annesi bizi yemeğe çıkardı. (Güneş-kun'un annesi sadece 4 günlüğüne gezmeye geldi, resmen bizi doyurup döndü:) Ardından da bizim doktor hanımın yurdunu taşıdık. Singapurlu oda arkadaşı var, kız hem taş gibi hem de çok tatlı. 

Ertesi gün Manu'nun bulduğu elemanlarla çalmaya gittik. 16 yaşında Avusturyalı bir basçımız var ama hayvan gibi çalıyo piç. Davulcu Stephan. Konservatuarda piyano okuyor ama davulu piyanodan altta kalmaz. Onun okuluna gittik çalmaya, süper yer! Saksafonda rasta bi abla var, o da saksafon okuyormuş zaten konservatuarda. Bi de Manu ve ben. Alayı taşaklı müzisyenler. Ha ben ne mi yapacağım? Ben perküsyondayım. Şarkıları ona göre düzenleyeceğiz. O gün iki şarkıyı denedik hep beraber, ben ömrümde öyle bir müzikal haz almadım. Başlarda gerilerek çaldım ama sonrasında bildiğin uçuşa geçtim, çok iyiydi, anlatamayacağım kadar hatta. Çalışımı beğendiklerini söylediler, bana ayıp olmasın diye öyle dediler gibi geldi ama Manu hala bikaç günde bir arayıp ısrarla bilgilendiriyor. Demekki sıçmamışım o kadar. Şimdi bana bi djembe lazım. Heralde en güzel o uyar müziğe. Oradan çıkışta da bizim fakirlere uğradık. Onlar da eve bi Slovak bi Vietnamlı adam almışlar, rakı içirmişler. Slovak sağlam çıktı da Vietnamlı ile bizim arkadaş bayıldılar. Orada da oturduktan sonra döndük evimize. 

Sonraki gün ise havanın güzelliğini fırsat bilip bisiklet sürmeye karar verdik. İyi de etmişiz. Yine buraya yeni gelen ama daha yüzyüze görüşemediğimiz bir arkadaşla görüştük, bisiklet sürdük, bolca muhabbet vs. Boş boş dolaşıp Pakistan restoranında yemek yedik. O restoran da çok ilginç birşey, istediğin kadar yiyorsun çıkan yemeklerden ve çıkarken onlar sana "ne kadar?" diye soruyorlar. Yani istediğin kadar ye, istediğin kadar öde. Çok ilginç bir sistem ama tuttum. Yine de olur da giderseniz 3€'dan az vermeyin, ayıp olur. Baya sağlam yedikten sonra eve bisikleti bırakıp hemen tekrar dışarı attık kendimizi. Doktor hanımın bira sözü vardı yurdunu taşıdığımızdan dolayı. Dedik sabahki buluştuğumuz arkadaşı da çağıralım, şu da gelsin o da gelsin derken masada Gülse, Ceren, Melis, Talha, ben, Yasin ve Alexia olarak hazır bulunduk. Ceren'le de ilk kez 3D görüşüyordum. Cana yakın insan, BOKU'da okuyor o da. Mastıra gelmiş ama daha önceden orada erasmus yapmış. Benden bilgi alırım diye feysbuktan mesaj atmıştı ama ben ondan bilgi alır oldum. O da öyle bir hanım kızımız. Alexia da Charlotte'u aratmadı, o da çatlak. Tüm Fransızlar çatlak sanırım. Çok eğlenceli kızdı o da. Langırt oynadık, ilk el biz yenildik ama 2. maçı almasını bildik. Gülse sağlam oynuyormuş. Alexia delirdi gol yedikçe. Lena mesajı geç attığı için o kaçırdı buluşmayı.

Bugün de Dayı'larda yemek yemeyi planladık. Öncesinde dernek kurulumlarını falan araştıracaktık, onu halledemeyince Dayı da "gelin size mantarlı tavuk sote yapayım dedi, hayır diyemedik. Sonrasında nasıl oldu anlamadık o Ilona ve Sarah'yı çağırdı, ben de bizim kızları çağırdım ama tek vefalı kız olan Lena geldi sadece. Nele bu ara ne telefonlarıma çıkıyor, ne bi yere çağırınca geliyor. Ayıptır arkadaş. Neyse yine de yeterince yedik, içtik, güldük, eğlendik. Lena Dayı'yı madara etti bir oyunda, hele Kayhan boğazlıyordu Lena'yı :) 

İşte özetle böyle geçti bu aralar. Dediğim gibi sıkılmaya dahi vaktim yok. Şöyle bakınca bu hafta sadece perşembe boşum, geri kalan günler illaki bir yerlere sözüm var hep. Ne güzel arkadaş, boş geçmesin hiç bir günüm, en kötüsü öyle olsun hep. Bi de USI'ye kayıt yapsam, her cumartesi düzenli aikido yapsam süper olacak. Zaten salılarım ve cumalarım kafadan dolu. Ders programımda da çarşamba perşembe boş. Onları da ayarlarız ya.

Ha bi de kapatmadan, Digitürk'ün orosropuçocukluğunu en içten duygularımla kınıyorum!! Pire için yorgan yakan zihniyet! Sanırım daha da fazla uzatmaya gerek yok, ne için söylediğim de ortada, umarım pek sevgili(!) devlet büyüklerimiz(!) buna bir el atar. Mağduruz arkadaş.

BLOGUMA DOKUNMA!!!

Neyse germeden bitireyim. Böyle işte canlar, hayat ne güzel dimi, kuşlar böcekler falan...

*Haa bi de Esra'yla aramı düzelttim umarım, al bir güzel haber daha. Seviyom seni Esra, böyle olmasın aramız bir daha nolur. 


dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.