O kafayla sabaha kadar uyumuşum. Gece iki kez su için bir kez de çişe kalkmamı saymazsak sabaha kadar deliksiz uyudum. Su ve ihtiyaç molaları haricinde bizim yarı evcil canavarların bağırtısını hiç duymadım.
Bitkin uyanacağımı düşünmüştüm ama bilakis enerjim tavandı. Yüzüme vuran güneşe bile sövmedim yatakta doğrulurken. “Şu perdenin 20 santim daha uzununu bulamadın değil mi?” dedim içimden. Su! Yeliz’in beni terkederken ardında bıraktığı neredeyse tek işe yarar şey; uyurken yanı başıma su koyma alışkanlığıydı her halde. Yarım litrelik pet şişeyi kafama diktim, yarısında soluk soluğa indirdim şişeyi. Önceden bardak koyardım yanıma ancak sabaha kadar sigara kokusu sindiği için Yeliz’den miras bu alışkanlığı kendimce geliştirmiştim. Uzanıp telefonumu aldım. Ne bir cevapsız çağrı ne de mesaj. Saate baktım sekizi biraz geçiyordu. Kalktım, yüzümü yıkadım, odaya dönünce gardrobun önünde kalakaldım. Doğru düzgün giyecek bir şeyim kalmamış, yıkamak gerek.

Renkleri tutan kıyafetleri üzerime geçirip pijamalarımı yatağın üzerine attım ve çantamı alıp çıktım dışarıya. Derse daha iki saat vardı ancak evde vakit geçirmeyi sevmiyordum. 15 dakika içinde Bilkent Köprü’ye ulaştım, okulun servisini beklerken geçen araçları izliyordum. O sırada bir arkadaşla göz göze geldik, yavaşladı, neredeyse durmasına fırsat vermeden atladım arabaya.

“Hayırdır Emre? Ders bir buçuk saat sonra.”
“Ya erken uyandım, kahvaltı edeyim dedim. Sen de erkencisin.”
“English 102 ya, dert oldu. Bu sefer ödevleri vaktinde vereyim de bitsin artık şu ders. Dün gece tamamladım da hocaya vereceğim.”
“İyi yaparsın, ben üç dönem uğraştım sırf ödevleri vaktinde vermedim diye.”
“O zaman şu ödevi vereyim de beraber kahvaltı yaparız, ben de bir şey yemedim.”
“Olur.” dedikten sonra ikimiz de radyonun sesine bıraktık kendimizi.

Arabayı servis duraklarının arkasındaki bilgisayar binasının önündeki otoparka çektik. Kampüsün meydanındaki İhsan Doğramacı Heykeli’nin önünden geçerek ödevi teslim edeceği binaya ulaştık. Muhterem ödevini teslim ederken ben de kapının önünde sigara yaktım. Gözüm istemsiz karşı binaya yöneldi. Pelin’in fakültesiydi orası, az beklememiştim önünde. İçtiğimiz kahveleri, dışarıdan bin bir zahmetle soktuğumuz şarapları içmemizi, kütüphanede ödev araştırmalarımızı, proje zamanı bizim binada sabahlamalarımızı düşünürken dalıp gitmişim. Ne çok hatıramız varmış şu kampüste. Çok uzun süredir arkadaş olmasak da epeyce anı biriktirmişiz.

Muhterem’in omzumu dürtmesiyle kendime geldim. Geldiğimiz yolu geri yürürken havadan, sudan, derslerden, projelerden lafladık. Simit sandviçlerimizle beraber çaylarımızı yudumlarken bölümden birkaç arkadaşa daha rasladık, sanırım bugün kimseyi uyku tutmamış. Ders saati yaklaştıkça insanlar birer ikişer dağıldı. Ödev teslimleri, alınacak çıktılar derken ben de derse doğru yol aldım.

Sıkıcı geçen iki saatin ardından öğle arasına çıktık. Sırf şu ders için gelmiştim bugün okula. Pelin henüz dersten çıkmamıştı sanırım. Pazartesileri benden daha geç çıkıyor dersten. Gidecek hiç bir yerim olmadığı için çimlerde vakit geçirmek için kaptım çantamı iç mimarlığın önüne gittim. Okulun en renkli alanı burasıydı, jonglörler mi dersin, gitar çalanlar mı? Rengarenk yaratıcı kıyafetleriyle arz-ı endam eden okulun en alternatif tipleri mi? Okulun en sevdiğim yeriydi burası. Kafeden kahvemi alıp bölümden arkadaşların yanına çöktüm. Kısa bir geyiğin ardından sırt üstü uzandım çimlere. Pelin’le burada takıldığımız zamanlar geldi aklıma, yine içimde bir sızı oluştu. Hala aramadı, neredeyse ilk kez böyle yapıyordu. Öğle aralarında beraber yemek için mutlaka arardı dersten çıkınca. O gelmiyorsa ben giderim diye düşünüp kaptım çantamı, merasim haline getirmeden vedalaştım insanlarla. Pelin’in bölümüne doğru yürürken adımlarımı sıklaştırıp bir taraftan da son arananlardan ismini buldum. Aradım, dördüncü çalışta açtı.

“Alo.”
“Alo! N’aber Pelin?”
“İyi, senden?”
“İyi benden de. Nerelerdesin? Yemek yemiyor muyuz?”
“Ankuva’dayım ben, bizimkilerle Burger’a geldik.”
“Tamam, ben de servise biniyorum o zaman şimdi.”
“Yok ya boşa yorulma, zaten birazdan kalkacağız, sunum için araştırma yapacağız da...”
“Haa, tamam. Sen bana kızgın mısın?”
“Yok ya. Sonra konuşuruz, kapatıyorum.”

Hala kızgın. Asıl kızgın olması gereken ben olmam gerekirken halbuki. Telefonla beraber ellerimi de cebime sokarak adımlarımı seyrelttim, yolun yarısında durup süs havuzunun kenarına çöküp bir sigara daha yaktım. O sırada telefonum çaldı, Pelin sanıp heyecanlanmıştım ama Dut’u görünce şaşırdım. Tabi ya! Dut! Ben nasıl unuttum onu? Gün boyu hiç aklıma gelmemişti. Pelin’in beni düşürdüğü duruma bak!

“Alo!”
“Cool erkeği mi oynuyorsun delikanlı?”
“Efendim?”
“Ne mesaj var ne çağrı diyorum. Gece de belki nete gelirsin diye bakındım ama yoktun.”
“Ha, ben dün gece eve gider gitmez uyuyakalmışım ya!”
“Neyse, n’apıyorsun?”
“İyi ya, dersten çıktım, oturuyorum okulda. Sen n’apıyorsun?”
“Bizim okul tatil bugün. Başka dersin kaldı mı?”
“Yok bitti, başka yok. Nasıl tatil ya? Bize niye değil?”
“Dut tatili.”
“Bana tatil diyorsun, o da iyiymiş.”
“Bak bugün işe de gitmiyorum, buluşsak mı?”
“Sen çalışıyor muydun?”
“Ne sandın? Emekçi bir kadınım ben! Ya bırak geyiği de okulda pinekleyip duracağına buluşalım, bomboşum.”
“Dut, ben biraz keyifsizim, biraz da ödevim var. Sonra buluşsak olur mu?”
“Niye su koyverdin ki şimdi? Çay içerdik.”
“Kusuruma bakma Dut, başka zaman. Araşırız tekrar.”
“Peki Emre, görüşürüz.”

Bozuldu. Buluşsak onun da keyfini kaçırırdım, gerek yok. Pelin de görüşmek istemediğine göre eve gitmek en uygunuydu, zaten çamaşırların da yıkanması gerek, onlarla uğraşırım, belki biraz da ders bakarım. Hoş, vize haftası gelmeden ders çalışmak hiç adetim değildir ama denerim. Pelin’i düşünüp durmaktan iyidir. Çamaşırları yıkarım, bulaşıklar yıkanmışsa yemek bile yaparım, o zamana kadar akşam olur, günü de böyle kapatırız.

Planımı uygulamaya koymak için ilk adımı atıp servis durağında beklemeye başladım. Çok geçmeden Tunus Caddesi’ne giden servis geldi, nizamiyeden çıkarken Pelin’i gördüm. Okuldan çıkıyordu o da ancak daha önce hiç görmediğim bir elemanın arabasındaydı. Eleman ziyaretçi kartını vermek için sağa çekmiş olmalıydı. Pelin’in elindeki Starbucks bardağına bakılırsa işletme fakültesindelermiş. Peki o zaman, istediği gibi olsun, bundan sonra ben de rahatsız etmem hanımefendiyi. Buraya kadarmış demek ki. Güzel başlayan günüm, bu son darbe ile hepten berbat olmuştu.

Eve giderken Ali’yi aradım, her zamanki gibi ekmek istedi, bir de kola. Adamda iyice kalabalık fobisi oluştu sanırım. Sabaha kadar oyun oynayıp, akşama kadar yatıyor. Samet’e karışmıyorum bile artık. Eve geldiğimde şaşılacak bir biçimde bulaşıklar yıkanmıştı, kül tablaları bile! Yanımda getirdiğim sebzeleri yıkayıp işe koyuldum, üstümü bile değiştirmeden. Onlar bir taraftan pişerken ben de balkona geçip kitabıma kalan yerden devam ettim. Tam da balkon sayılmazdı aslında, pvc ile kaplanmıştı balkonun açık kısımları, her yeri pencere olan bir oda gibiydi. Biz de yemek masasını buraya koymuştuk.

Bir yudum, bir nefes, bir sayfa. Kola ve sigara iştahı kapatıyordu ama elimi oyalayacak başka bir şey de düşünemiyordum. Kitap, düşüncelerden uzaklaşmanın en iyi yolu sanırım. Ya kitaptaki olay örgüsüne kendimi kaptırmam ya da oyun oynayıp beyni uyuşturmam gerek Pelin’den kurtulabilmem için. Daha önce Yeliz ile kavgalarımızdan sonra eve gelip saatlerce oyuna gömülüyordum. Bilgisayar oyunları uyuşturucu ile eş değer benim nazarımda.

Yemeği karıştırmaya giderken gözüme un ilişti. Dolabı açtım dört tane yumurta vardı, diğer malzemelere de göz attım; kabartma tozu, şeker, yağ, süt, türk kahvesi hepsi vardı. Hazır bulaşık da yokken kek yapayım diye düşündüm, sonra kendimi bunalıma girmiş kadın gibi hissederek gülümesedim. “Yarın da kuaföre giderim, kuaförden sonra da alışverişe çıkarım” dedim içimden. Kek işinin duayeni annemi aradım. Geçen günkü cevapsız çağrısından beri aramadım, hem gönlünü alırım diye düşünerek aldım telefonu elime.

“Efendim Emrem.”
“Alo n’aber anne?”
“İyiyim oğlum, senden n’aber?”
“İyi benden de. Ya geçen gün aradın da ben seni geri aramayı unuttum, ödevler, projeler derken aklım başımda değil pek.”
“Sorun değil, sesini duyayım demiştim.”
“Aslında sadece dersler de değil be anne, Pelin sonunda konuştu ama neymiş efendim biz arkadaşmışız, yok öyle kalalımmış falan, keyfim kaçtı.”
“Ben o kızı pek beğenmemiştim zaten, pek bir havalı, bizim aileye yakışmaz.”
“Ya anne evlenmiyoruz, sevgili olacaktık sadece.”
“Ya tamam ama okulunun bitmesine çok bir şey kalmadı. Bu yaştan sonra başlayan ilişki ciddiye biner.”
“Yok be anne. Bir de ne bileyim, ciddi de olurdu, neden olmasın?”
“Yok oğlum, ben dua ediyordum zaten o iş için, hayırlısıysa olsun diye. Değilmiş demek ki.”
“Demek ki.”

Annem inançlı kadındır. Bir o kadar da hoş görülü. Tüm aile bireyleri olarak tam olarak aile bağlarından ziyade saygıya dayalı bir dostluk bağımız var. O yüzden her şeyimi açık açık paylaşabiliyordum ailemle.

“Ya anne bir de kek tarifi soracaktım tekrar. Önce yumurta ve şekeri çırpıyorduk değil mi?”
“Evet. 4 yumurta ve bir bardak şekeri iyice çırptıktan sonra yarım bardak yağ, bir bardak sütü de çırp içinde, en son da un, kabartma tozu ve içine ne koyacaksan onu da atıp çırptıktan sonra dök kalıba.”
“Tamam tamam gerisi aklımda da hem teyit edeyim hem de sohbet edelim diye aradım. Bizimkiler ne yapıyor?”
“İyiler, baban dışarı çıktı, işi varmış, Behlül yatıyor hala, kedi de şimdi geldi bak, sanki seninle konuştuğumu anlamış gibi elime saldırıyor. O da konuşacakmış abisi, selam ver şu ufaklığa da.”
“Bulut! N’aber kızım?”
“Cevap versene abiye! Yok vermeyecek, daha yeni yemek yedi, miyavlamaya dermanı yok.”
“Büyüdü mü?”
“Biz anlamıyoruz sürekli yanında olduğumuz için ama büyüdü galiba. Sen ne zaman geliyorsun?”
“Bilmem. Nisan mayıs gibi belki kısa süreliğine gelirim, olmadı haziran sonu falan.”
“Tamam oğlum, var mı bir isteğin?”
“Biraz harçlık fena olmaz.”
“Tamam o aklımızda zaten, hadi çok öpüyorum, iyi bak kendine.”
“Siz de anne, selam söyle evdekilere.”
“Aleyküm selam.”
Yemek neredeyse hazırdı, ben de kek malzemelerini çırpmaya başladım. O sırada sesleri duyan Ali yanıma geldi.
“Oo kanka kek mi yapıyorsun?”
“Evet, ne ara yıkadın lan tüm bulaşığı.”
“Ya Merve’yle face’te konuşuyorduk dün gece, bize gelecekti bugün, o yüzden dün gece yıkadım hepsini sen uyurken ama o da vazgeçti.”
“Eve kız gelmese iş yapacağın yok.”
“Öyle deme kanka, hiç mi ev işi yapmıyorum.”
“Yapmıyorsun tabi! Kaç kere uyarıyoruz ondan sonra anca.”
“Ayıp ettin şimdi. Neyse kaçtım ben.”
“Kek?”
“Kanka Merve’yle buluşacağım, belki onda bile kalırım.”
“Oğlum kız derdine erken kalkıyorsun da okula niye kalkmıyorsun?”
“Ya başlama babam gibi! Hadi kaçtım ben, kolay gelsin.”
“Eyvallah.” dedikten sonra ışık hızıyla çıktı evden.

Yemeğimi yedim, keki fırına verdim. Nadiren boşalan, altında kasa bulunan koltuğa kurulup elime kumandayı aldım. Tembellik için bolca vakit vardı. Sumo belgeseline denk geldim. Japonya ile ilgili her şey ilgimi çektiği için resmen soluksuz izledim. Adamların bazı hareketleri aikidoya bile benziyordu. Bir Japon savaş sanatının daha sadece fiziksel iradeye dayanmadığını öğrendiğimde hiç şaşırmadım. Her şeyin bir felsefesi vardı Japonya’da, çiçek demetlemenin bile. Reklamları değerlendirerek keke bakmaya gittim, neredeyse olmuştu. Ali de olmadığına göre evde, koca tepsiyi tek başıma yiyemezdim. Hacer’i aradım, eve gitmiş çoktan, okulda olsaydı yakın olduğu için atlayıp gelebilirdi. Bir ihtimal deyip Mustafa’yı aradım, bu aralar Ankara’daydı. Normal şartlar altında böyle bir teklife sıcak bakması gerekirken Nergis’le beraber olduğundan yalnız takılmayı seçtiler. Bir tepsi kek ile tek başıma kaldım. Pelin’i arasam diye geçirdim aklımdan ama gördüğüm manzaradan sonra aramasam daha iyi ederdim. O sırada aklıma Dut geldi, kalbini de kırmıştım zaten, telafi etmenin en uygun yolu budur diyerek aldım telefonu elime.

“Efendim.” biraz kırgındı sesi.
“N’aber Dut?”
“İyi, pinekliyorum internet başında. Senden n’aber?”
“Ya sabah için özür dilerim, hiç iyi hissetmiyordum da.”
“Yok ya sorun değil, günler çuvala girmedi ya, başka zaman buluşuruz.”
“İşin yoktu değil mi bugün?”
“Yok, hayırdır?”
“Kek yaptım da can sıkıntısına, ev arkadaşım da dışarı çıktı, kekin de sıcakken yeneni makbuldür.”
“Ee?”
“Ne ee, gelmek ister misin?”
“Ümitköy’de mi oturuyordun sen?”
“Evet.”
“Oof çok uzak!”
“Yani?”
“Tamam geliyorum ama gelirsem geri dönmem, orada kalırım.”
“O..olur tabi.”
“Film falan da izler miyiz?”
“İzleriz, gel sen.”
“Tamam, Kızılay’a gelince tekrar ararım, marketin önünden biniyordum değil mi?”
“Evet. Ümitköy Köprü’den sonraki 3. durakta in, ben almaya gelirim.”
“Anlaştık, görüşürüz.”
“Görüşürüz.”

Eve çeki düzen vermek lazımdı, burada kalacakmış. Ali olmadığına göre Samet çok ses çıkarmaz sanırım. Sumo belgeselini bir kenara bırakarak keki fırından çıkardım, sonra fikrimi değiştirip üstünün sosunu döküp soğumasın diye geri koydum. Odama gidip pencereyi açtım, ortalıktaki kıyafetlerimi toplayıp, yatağı da üstün körü düzelttim. Salonun durumu fena değildi, birkaç kağıt yığıntısını daha az göze çarpan yerlere koydum. Ayakkabı yığınını da ortadan kaldırdıktan sonra tekrar televizyon başına geçtim.

Yarım saat kırk dakika kadar sonra Dut aradı...

*Arkası yarından sonra*


3 Comments

mirage dedi ki...

başını unutmuşum resmen :S
bitir ulan şu dutu artık!
noğlur bitir de sonunu görelim :(

yufkayureklikelgobekli dedi ki...

Sayın Mirage, kendi kendime yazarak bitiremediğimi farkettiğimden artık halka arz ettim Dut'u. İleride okumadığın çok bölüm olacak ve devamını da yorumlardan aldığım gazla yazmayı planlıyorum :) O yüzden ne kadar çok kişiye ulaşırsa o kadar çok yorum gelir ve ben yazmak için o kadar gaza gelirim ^_^

Her şey okuyucuların elinde.

mirage dedi ki...

baskı lobisi kuracam.
kitabı bastıramadık, sonunu yazdırak madem.

Blogger tarafından desteklenmektedir.