“Selam delikanlı” dedi olanca neşesiyle, içi içine sığmaz bir hali vardı.
“Selam. Söyle bakalım nasıl gireceğiz içeriye?”
“Bunlarla!” dedi elindeki küçük kareler halinde kesilmiş iki tane birinci hamur kağıdı göstererek, üzerinde konserin tarih ve yeri ve bir de etkinliğin kaşesi basılıydı.
“Önden buyrun.”

Biletleri gösterince elimizi kolumuzu sallaya sallaya geçtik Pentagon gibi korunan ODTÜ nizamiyesinden. Daha önce ODTÜ’ye gelmediğim için yürümeyi teklif ettim fakat kabul görmedi, biz de Dut’un yöntemini uyguladık tekrar, otostop. Mimarlık anfiye yakın bir yerde indik, önce bir şeyler atıştırdık, ardından da yine Dut’un ince düşüncesiyle yanında getirdiği biraları içtik, benim neden aklıma gelmediyse gelirken alkol almak? Gerçi Ali ile atışıp çıkınca evden, aklıma hiç bir şey gelmedi, cüzdan ve telefonu aldığıma şükrediyordum. İnsanlar yavaş yavaş kapıya doğru ilerliyorlardı, biz de elimizdeki biralarla kuyruğa girdik. İçeride alkol tüketilmesi yasakmış, o yüzden biraz daha hızlandırdık yudumlarımızı, sıra bize geldiğinde de son yudumları kafamıza dikerek biletleri çıkardık.

Orta halli bir girişin ardından bir kapıdan geçerek küçük sayılabilecek bir anfiye geldik, tiyatro gibi oturum düzeni ve küçük bir sahnesiyle lise müsameresi gibi bir hava vardı ancak oturulacak yerlerin haricinde merdivenlerin bile dolu olması o havayı dağıtıyordu. Biz de merdivenlerde, sahneyi güzel gören yerlere göz gezdirdik, bir nevi keşif sürüşüydü.

Konserin başlamasına daha yarım saat kadar vardı, biz de sigara içmek için anfinin giriş kısmına geçtik tekrar, orada müsade ediyorlardı sigara içilmesine. Bir taraftan sigaralarımız içiyor, bir taraftan da gurup hakkında bilgi alıyordum. O sırada Dut, orada karşılaştığımız bir kaç arkadaşıyla tanıştırdı beni ayak üstü. İçeriden sesler yükselmeye başladığına göre grup çıkıyor olmalıydı, biz de sahneyi net görebileceğimiz bir yere geçtik.
Soluksuz izledim konseri, Dut ise çıldırdı resmen. Uzun zamandır izlemeyi istediği bir grupmuş, arada bir İstanbul’da konser veriyorlarmış, o yüzden konserleri çok değerliymiş, ben Dut’un yalancısıyım. Yalnız solistin davulcu olduğunu görünce çok şaşırdım, emsali pek yoktur sanırım. Basçılarını Kurban grubundan tanıyordum, orada da çok iyi çalıyordu ama bu grupta daha fazla fırsat bulmuş kendisini göstermek için.
İki saatlik müzik ziyafetinin ardından ayrılma vakti gelmişti kampüsten;

“Saat daha erken, ne yapalım?”
“Ya bizim otobüs bitince eve dönmesi sıkıntı, takılmasak bugün?”
“Kaçta bitiyor?”
“00:20 gibi son otobüs var, sarhoş otobüsü olarak da bilinir” dedim gülümseyerek.
“Hmm, o zaman bizde kalırsın.”
“Yanımda yatacak bir şeyim yok, soyacak mısın beni yine” diyerek ellerimi göğüs hizama getirerek çıplak yakalanmış kadın rolü yaptım, utangaç bir ifade takınarak.
“Yok be deli!” dedi omzuma vurarak ve gülerek, “buluruz bir çaresini.”

Yine kandırmayı başarmıştı, Dut’un aklına uyup yine otostop çektik, Kızılay’a kadar tek vesaitle varmayı bildik. İlk hedef Sakarya Caddesi, mutlaka eğlenilecek bir yer vardır. Sezgilerimiz yanıltmadı, İstanbul’da sokak müziği yapan bir grubun konseri vardı, giriş de yok pahasına olunca “madem alkol tüketeceğiz, güzel müzik eşliğinde olsun” diyerek içeri girdik. Vestiyere para vermeyelim diye montlarımızı elimize aldık, diğer elde de biralar ile sahnenin tam karşısında ayakta müziğin keyfini çıkarmaya başladık. Bu sefer de ben arkadaşa rastladım, ayak üstü onunla da muhabbet ettik;

“Aa n’aber Murat?”
“İyidir Emre, dinler miydin sen bunları?”
“Dinlerdim tabi de özellikle konseri beklemiyordum. Aslında ODTÜ’den geliyoruz arkadaşla, rock şenliği vardı. Bu arada Dut, Murat.”
“Rock şenliği mi? Nekropsi izledik demeyin bana! Bu arada memnun oldum, Dut muydu?” dedi Dut’a dönerek.
“Evet Dut, ben de memnun oldum.” Diye yanıtladı Dut içtenlikle.
“Nekropsi konserinde miydiniz?” diye sordu Murat heyecanla.
“Evet.”
“Keşke haber verseydin ya!” dedi hayıflanarak “ben unuttum o konseri, gitmek istiyordum çok!”
“Ben grubu bile bugün tanıdım, Dut ısrar etti, öyle gittik.”
“Sanki beğenmedin!” dedi Dut sitemkar bir şekilde “Ben ısrar etmişim.”
“Beğendim tabi Ak Dut’um, olur mu hiç öyle!” diyerek sarıldım Dut’a, olduğu yerde donup kaldı.
“Ne dedin sen?” dedi hayret ve öfke karışımı bir duyguyla.
“Ak Du..”
“Tamam, tekrarlama, bir daha da deme bana öyle!” dedi kararlı bir ses tonuyla.
Dut’a soru sormanın manası yoktu, istemedikçe kendi hakkında konuşmazdı, ısrarı da sevmiyordu, o yüzden “tamam, afedersin” demekle yetindim.
“Abi sınava hazırlanıyor musun? İki hafta sonra 6. kyu sınavı var biliyorsun, girecek misin?” diye tam vaktinde araya girdi Murat.
“6. kyu ne demek?” dedi Dut anlamaz bakışlarla.
“Aikidoda kuşak renkleri yerine kyular var. 6’dan başlayıp 1’e kadar yükseliyor, sonrasında danlar başlıyor işte.”
“Aikido mu yapıyorsun sen?” dedi hayretle.
“Evet, Murat’la beraber işte. Söylememiş miydim? Her çarşamba akşamı okulun spor salonunda dersler var.”
“Hiç söylemedin ya! Nasıl bir şey aikido? Hep savunma sporu derler ama tüm bilgim o kadar.”
“Murat anlatsın, o 4. kyu, sempaim benim” diyerek topu Murat’a pasladım.
“Ya hep savunma sporu olarak bilinir, öyledir de, hatta saldırı tekniği hiç yoktur aikidoda ama her Japon savaş sanatı gibi bunun da felsefesi var.”
“Hepsinde felsefe var mı bu sporların?”
“Evet var. ‘Do’ var ya bu sporların hepsinin sonunda, o yol demek, ai; uyum, harmoni, ki; ruh, içsel enerji demek. Yani hepsi beraber ruh ile uyum yolu anlamına gelir. Beden ile birlikte ruhu geliştirmek için uygulanır aikido.”
“Yuh! Bu kadar çok manası mı var bu sporun?”
“Evet” diye yanıtladım gülümseyerek.
“Bir hareket göstersene bana!” dedi hevesli bir şekilde.
“Tamam, tut bileğimden.”
“Böyle mi?”
“Evet” diyerek sağ bileğimi elinden kurtardım, diğer elimle havada kalan elini tutup arkasına geçtim, elimle başını göğsüme yasladım, derin bir nefes çektim. Öylece kaldım, hareketin devamını getiremedim.
“Ee bu kadar mı?”
“Ha? Haa sonra işte kafanın yaslı olduğu taraftan itiyorum seni, yuvarlanıp gidiyorsun.” Dedim biraz afallayarak.
“Bu kadar mı? Basitmiş.”
“Evet. Bu hareketin tam adı tachi waza katate dori ai hamni iriminage.”
“Oha! İsmi hareketten daha uzunmuş.”
“Tachi waza ayakta yapılan hareketlere deniyor işte, katate dori, bilek bükme hareketleri, ai hamni, karşılıklı aynı eller kullanılması, iriminage de çevirip, omuzdan destek alarak itmek.”
“Oo baya öğrenmişsin Emre” dedi Murat.
“Arigatou sempai!”
“Tamam tamam bu kadar bilgi bana yeter ama daha önce hiç söylememiştin aikido yaptığını.”
“Fırsatım olmamıştır” dedim gayri ihtiyari.

Kısa bir aikido dersinin ardından Murat arkadaşlarının yanına döndü, biz de müziği dinlemeye devam ettik, bir taraftan da bittikçe biralarımızı yeniliyorduk. Mekandaki üçüncü biralarımızın bitimi, müziğin de bitimine denk geldi, biz de saat

3’e gelirken mekanı terkettik. Dut yürürken yine koluma girdi, önceden sadece şaşırtırken artık kalbimin de ritmini bozmaya başlamıştı bu durum, alkolün de etkisi olsa gerek.

“Nereye gidiyoruz?” dedim bir taraftan da aheste aheste yürüyerek.
“Gel bizim dükkana gidelim, ev çok gözümde büyüdü, taksiye de binmeye gerek yok.”
“Neresi sizin dükkan?”
“Konur Sokak’ın devamında, müzik stüdyosu.”
“Müzik stüdyosunda mı çalışıyorsun? Çok iyiymiş ya! Ne yapıyorsun orada?”
“Randevu saati alıyorum, prova sonraları da aletleri kontrol ediyorum. Boş zamanlarda da kendi kendimize bir şeyler doğaçlıyoruz.”
“Ne çalıyorsun?”
“Davul.”
“Hadi canım?” dedim şaşkınlıkla “davul mu?”
“Evet, niye şaşırdın?”
“Ne bileyim, davulu hep erkekler çalar da...”
“Ya lisede gitara heves ettim de hiç kafama yatmadı telliler, ben de vurmalılara geçtim, hatta lisede kızlardan oluşan bi punk grubumuz bile vardı.”
“Sende de ne cevherler varmış, helal!”
“Mersi canım” dedi şımararak.
“Şımarma hemen, valla bittim ben, orada yatacak yer var mı?”
“Bir tane üçlü koltuk var, yeter bize” dedi ve adımlarını biraz daha sıklaştırdı.

Kısa bir yürüyüşün ardından binanın girişine geldik, çantanın içini biraz yokladıktan sonra anahtarı buldu. Stüdyo alt kattaydı, harekete duyarlı ışığı yakana kadar türlü şebeklikler yaptık, şunun ayarı her ne ise hiç bir zaman tutturamıyorlar. Giriş katta deli bir teyze oturuyormuş, o yüzden çıt çıkarmadan indik merdivenleri. Ellerini duvarda gezdirerek ışığı buldu, kısaca tanıttı iş yerini; sağ tarafta stüdyo, ondan hemen önce kayıt odası, karşımızda mutfak, hemen solumuzda tuvalet ve solda, koridorun sonunda bekleme odası. Bizim de konaklayacağımız yer o odaymış. Önce mutfağa girdik, dolaptan iki bira daha çıkardı “içer miyiz?” dedi, midem tıka basa dolu olduğu için reddettim, ben içmeyince o da boynunu “peki” der gibi büküp biraları yerine koydu.

“Hadi uyuyalım, çok yoruldum ben, bana fazla bu tempo.”
“Aman çok yaşlı sanki hasbam.”
“İdmansızım ben, çabuk kesiliyorum.”
“Tamam, gel” diyerek içerideki odaya yönlendi, üçlü koltuğun sırt kısmındaki minderleri çekti, bir yerlerden de battaniye buldu “imkanlarımız bunlar” dedi koltuğu göstererek.
“Yatış pozisyonumuz nedir?”
“Fatih Akın’ın Im Juli diye bir filmi vardı, orada kaşık pozisyonunun en elverişli pozisyon olduğunu söylerdi Juli, küçük yatakta yatılırken, biz de onu deneyelim.”
“Göster bakalım nasılsa.”
“Geç bakayım köşeye, sırtını da daya koltuğa.”
“Tamam.”
“Aç bakayım kollarını.”
“Böyle mi?”
“Evet” deyip atladı koltuğa, dayadı sırtını göğsüme “ver bakayım şu elini de, haah” diyerek üstte kalan elimi karnına koyup battaniyeyi üstümüze çekti “rahat mısın.”
“Evet, sen?”
“Çook” dedi ve yerine yerleşir gibi gerindi, ardından da iyi geceler dileyip yumdu gözlerini.

Ben de olup bitenlere anlam veremez halde gözlerim fal taşı gibi açık Dut’un ensesine bakıyordum, uykum da kaçmıştı “Dut!”

“Hıı” dedi uykulu biçimde.
“Sen yatağından başka yerde uyuyamazdın hani.”
“Uyuyamam demedim, uyumayı sevmem dedim, elden gelen bu şu anda.”
“Tamam o zaman. Sen ayakkabılarını çıkarmadın mı ya?”
“Yok, ayaklarım üşüyor sonra.”
“Ben ısıtırım, çıkar ayakkabılarını, nasıl rahat ediyorsun öyle?”
“Öff, tamam anne” dedi sitemli bir şekilde ve doğruldu koltukta, bağcıklarını atik bir hareketle çözüp ayakkabılarının topuklarına basarak, ellerini kullanmadan çıkardı, attı koltuğun kenarına. Alelacele tekrar koltuğa girip elimi karnına, ayaklarını da ayaklarımın arasına koydu “hakikatten rahat oldu, dünya varmış.”

“Dut.”
“Hıı”
“Uyudun mu?”
“Hı hı.”
“Ya ne diyeceğim...”
“Ne?”
“Ak Dut’um deyince neden kızdın?”
“Ne zaman?”
“Aikido muhabbeti yaptığımız sırada.”
“Sonra anlatırım” dedikten sonra odaya sessizlik hakim oldu. Sadece soluk alıp verişlerimiz bölüyordu sessizliği.

Dut’un bana karşı olan rahatlığını ben ona karşı takınamıyordum. Elimi nereye koyacağımı bilemez şekilde gergin bir halde kımıldamadan yattım, yanlışlıkla göğsüne falan değer ellerim diye gerildim resmen, yanlış anlar diye. Dut da iyice yerleşti koltuğa, başını da çenemin altına yerleştirdi, iyice sokuldu. Pelin’i düşündüm o sırada, “ne olurdu sanki bir kere böyle uyusaydık” dedim içimden. Özlemiştim Pelin’i, ne yapıyordu acaba şimdi? O arabasına bindiği sakallıyla mıydı acaba? Dut ile günler o kadar yoğun geçiyordu ki Pelin’i daha az aklıma getirir olmuştum ama yine de güneş bizim şehrin üzerinden uzak diyarlara yol aldığında aklıma düşüyordu. Hemen hemen her gece.

Nereye sürüklendiğimin farkında değildim hala. İçimdeki Pelin yaşıyorken Dut ile yakınlaşıyordum. Aslına bakarsan yakınlaşmak da değildi bu, saçma sapan bir ilişkimiz oluşmuştu Dut ile aramızda. Arkadaş olmak için fazla samimi, sevgili olmak için fazla uzaktık. Kafa karışıklığı da cabası. Bir de neden bu kadar üstüme düşüyordu ki? Evinde uyandığım günden bu güne kadar olan beraberliğimizi düşünürken başım döndü. Hem olayların seyrinden hem de alkolün etkisinden olsa gerek. Ne kadar süre Dut’un ensesini izleyerek düşüncelere daldım bilmiyordum, tek bildiğim gözleri yumma vaktinin geldiğiydi, direnmedim.

Sabah uyandığımda Dut sırt üstü yatıyordu kolumun üstünde. Korktuğum başıma gelmişti, sağ elim Dut’un göğsündeydi, utanıp hemen çektim elimi, karnına koydum tekrar. Ben hareket edince Dut da kımıldadı yerinden, uyurken ne kadar da tatlıydı. Ses etmeden ve kımıldamadan bir süre izledim o şekilde. Zayıf olmasına rağmen yanakları biraz dolgundu, tam sıkmalık! Bir süre daha izledikten sonra dayanamayıp öptüm yanağından, o da beni öpmüştü hem, ödeşmek lazımdı, göze göz, dişe diş, öpücüğe öpücük! Öpünce gözlerini araladı, gülümseyerek yüzünü bana dönüp sarıldı “beş dakika daha!” dedi uyku mahmuru haliyle. Bir süre daha gözleri yumuk vaziyette bana sarıldıktan sonra gözlerini araladı;

*Arkası yarından sonra*


Blogger tarafından desteklenmektedir.