Kocatepe’nin merdivenlerine bıraktım kendimi, istemsiz ağlıyordum ben de. Şaraptan bir yudum, bir nefes duman, her çekişimde hıçkırıklara gömülmek istiyordum. Son cümlesi hala kafamda yankılanıyordu “sence sürdürebilir miyiz?” Sürdürebilir miydik cidden? Dut’u ardımda bırakmayı hiç istemiyordum ama ileride daha fazla pişman olmamak için bu kararı vermeliydim. Benim de niyetim yoktu orada kalmaya, okulu bitirip gelecektim. Hatta döndüğümde belki bir işim olursa Dut’la evlenmeyi bile düşünüyordum, “ne kadar da uçuk hayallerim varmış” dedim kendime. En doğrusu böyle diye düşünmüştüm, böyle olmalıydı.

Belki de haklıydı. Ben ki zamanında uzaktan yürütemem diyerek Damla’dan ayrılmamış mıydım köpek gibi aşıkken? Sonra o vicdan azabı parazit gibi yapışmıştı bünyeye, 6 yılda zor attım. 6 yıl boyunca o yaptığım eşeklik, vicdan azabıyla birlikte platonik aşka dönüşmüştü. Sadece bir kere üç boyutlu gördüğüm bir kıza ölümüne aşık olmuştum, her alkol alışımda aramıştım, mesaj atmıştım.

Farkına varmadan Damla’yı ve olayın benzerliğini düşünürken buldum kendimi. Bundan 7-8 yıl önce mail adresimde mailini görmemle başlamıştı her şey. Hatayla gönderilen bir mailmiş, sonrasında cevap atmamla arkadaşlığımız başlamıştı. İnternet üzerinde götürmüştük bu arkadaşlığı uzun zaman boyunca. Gerçek yaşama ayırdığım zamandan fazlasını sanalda Damla’ya harcamaya başlamıştım, telefonlar, msn falan derken bir şekilde gönlümü kaptırmıştım. Karşılıklıydı sevgimiz, uzaktan uzağa, adını tam koyamadığımız bir ilişkimiz olmuştu. Yaşadığı şehre gidip üç boyutlu olarak da görmüştüm, 5-6 saat sadece. Sonrasında ise birden bire uzaktan ilişki yaşamaya korkarak hayatımda başka birinin olduğu bahanesiyle bu ilişkiye devam edemeyeceğimi söylemiştim, söylememle birlikte vicdan azabım da başlamıştı. O kadar aşıkken, birden bire TCK’nın muhtemelen bir taşerona yaptırdığı bölünmüş yollardan korkuma, trenden, otobüsten korkuma, 400 kilometrelik mesafeden korkuma bitirmiştim. Sonrasında elde kalan, altı yıl etkisinden kurtulunamamış bir platonik aşktı.

O sıralar gerçek hayatıma da kattığım kadınlar oldu ancak her gece, başımı yastığa ne zaman koysam hep Damla’yı düşünür buldum kendimi. Bu halimi bilmesine rağmen benimle olan birlikteliğini iki yıl sürdüren bir kız arkadaşım bile olmuştu. Hastalıklı bir durumdu gerçekten ancak o kadar alışmıştım ki Damla’yı sevmeye, içimdeki Damla bittiğindeki boşluk bir kara delik büyüklüğündeydi. Yaşam bitmişti sanki, ben yoktum, içimdeki Damla yoktu, etrafımdaki her şey gereksiz ve sahte geliyordu. İçimde beslediğim aşk, o hayal, gerçekliğin yerini almıştı, onunla beraber ben de bitmiştim. Kendimi tekrar inşa etmem iki senemi aldı, o boşluğu doldurmam ise Dut’un hayatıma girişine kadar imkansız görünüyordu. Pelin’e olan takıntım da “o kara deliği bir şekilde kapatırım” düşüncesinden harekete geçmiş bir dürtüydü. O zamanlar bile bunun farkında olsam da kendime engel olamıyordum. O boşluğun tekrar dolması, beklenmedik bir şekilde karşına çıkacak bir kişinin varlığıyla mümkünmüş meğerse.

Telefonumu çıkarıp saate baktm, 01:47. Dut’un beni masada bırakıp gitmesinin üstünden üç saat geçmiş, şimdiden özledim. Üç saattir merdivenlerde hareketsiz bir şekilde, şarabımı yudumlar ve ağlar bir şekilde oturuyordum. Damla ile kıyaslamamı yadırgasam da kendi içimde, şimdiye kadar bunu başka hiç bir kadın için yapmamam, Dut’ta farklı bir şeylerin olduğunu gösteriyordu. Bitmiş miydi yani şimdi? Yapılabilecek ne vardı? Planımdan dönemezdim, Dut’u da bırakmak istemiyordum. Döndüğümde hiç bir şey olmamış gibi tekrar devam edebilir miydik acaba? Hiç bir soruya cevabım yoktu, çok çaresiz hissediyordum kendimi. İki gönlün bir olunca samanlığın seyran olacağına inanmayacak yaştaydım, önümüzdeki dönem Bilkent’e devam edebilecek param yoktu, ayrıca Avrupa deneyim açısından büyük bir fırsattı ama Dut? Altı yıl etkisinden kurtulamadığım bir vicdan azabını tekrar kaldırabilecek kadar olgunlaşmış mıydım peki?

Düşünmekle içinden çıkayacağımı dört saat sonra idrak edince şarabın son yudumunu da dikip kalktım ayağa, sendeleyerek çöpe kadar gidip bıraktım boşalan şişeyi. Yankılanan ses birkaç tinercinin ilgisini çekecek ki bana doğru dönüp baktılar, tedirgin etmeye yetti. Kafamı öne eğip, ellerim ceplerimde evin yolunu tuttum, ses çıkarmamaya özen göstererek geçtim koridordan, yatağa ulaştığımda ise uyku, kafam yastığa ulaşmadan yakaladı.

Uyandığımda dün gece kötü bir rüya görmüş gibi hissettim kendimi ancak yaşananların hepsi gerçekti. Belki duş kendime getirir diye uyanır uyanmaz banyoya yöneldim, alışkanlık haline geldiği için küvetin deliğini tıkayıp oturdum içine, su yavaş yavaş dolarken aynı hızda gözlerim de doldu. “Keşke” dedim “Dut şu anda karşımda oturuyor olsaydı, garip kafa karışıklıklarından bir kuple sunsaydı, köpük savaşına dönebilecek tartışmalar yaşasaydık.” Yalnız gerçeklik yüzüme yüzüme vuruyordu, yalnızdım. Geri dönüşü de olmayacak bir tercih yapmıştım, Dut’u yüz üstü bırakmış gibi hissettiren vicdan azabı, diğer arkadaşlarımı düşününce katlanarak arttı. Sadece Dut’u değil, tüm arkadaşlarımı burada bırakıyordum. Sadece bir yıl olsa da ayrılma hissi, gitme hissi şimdi daha çok sarmıştı beni. Döndüğümde Ankara’ya mı gelecektim geri? Bahadır ne yapacaktı? Yeni bir ev arkadaşı bulması gerekiyordu zira eğitim hayatımı bitirmeye gidiyordum, döndüğümde nasıl bir yol çizeceğimi düşünmemiştim henüz. Bir an sorumluluklarım çok ağır geldi, öğrencilik kariyerim seneye son bulacaktı ve ben de nerede yaşamaya devam edeceğimi bilmiyordum. Ailemin yanına dönebilirdim bir süre, burada bir iş bakabilirdim ama o baktığım süre boyunca hala ailemden harçlık mı alacaktım? Düşündükçe başım ağrımaya başladı, Dut kapıyı çarpıp çıkmasaydı ben hala turistik geziye gider gibi hissedecektim kendimi, sanki buradaki her şey olduğu gibi kalacak, her şey duraklatılacak, geri döndüğümde ise her şey olduğu gibi tekrar oynat tuşuna basılıp devam edecekti.

“Gitmesem mi acaba?”diye geçirdim içimden, “burada çabalayayım, ne gerekiyorsa burada yapayım!” Arada kalmanın en çaresiz hallerinden birini yaşıyordum. Yine işin içinden çıkamamıştım, düşündükçe de iyice boka sardı düşüncelerim. Küvetin gider deliğini açtım, kafamdakilerin de sularla birlikte gitmesini umarak. Küvet boşaldı, ben ise ıslak bir şekilde kafamdakilerle kaldım öylece. Bornoza sarınıp çıktım banyodan, aynaya bakamadım. Bir süre boş boş tavanı izledikten sonra giyinip çıktım, nereye gideceğimi bilmiyordum. Yürürken telefonu çıkardım cebimden, Dut aramamıştı, neden arasın ki? Bizim çocukları aradım, herkesi toplamaktı amacım, ne de olsa onlar da durumdan habersizlerdi, bir şekilde onlara da söylemeliydim artık.

Kızılay’da bir kafede oturduk, tayfa eksiksiz katıldı buluşmaya, nadir raslanır bir durumdu bu. Muhabbetin alakasız bir yerinde “ben gidiyorum” dedim “okul hayatını Viyana’da sonlandıracağım, sonrası için de hiç bir şey bilmiyorum.” Bir sürelik sessizliğin ardından her kafadan bir ses çıkmaya başladı, durumu ayrıntılarına kadar anlattım, nasıl gideceğimi, nerede çalışacağımı, dersleri, Dut’u. Gözlerim doldu tekrar dün geceyi anlatırken. Haklı bulanlar da oldu beni, yargılayanlar da.

Söylemediğim kimse kalmamıştı, bir tek Bahadır, ona da eve dönünce söylerdim. Her söylediğim kişiyle birlikte yüküm hafifliyordu, mutsuzluğum da ağırlaşıyor. Eve gidip günlerce uyumak istiyordum, beynim sulanana kadar. Tam bir çıkmazdaydım, yapabilecek, söyleyebilecek hiçbir şeyim yoktu.

Eve vardığımda Bahadır mutfakta bir şeyler hazırlamakla meşguldü. O yemeğini yaparken hikayeyi kısaca ona da açıkladım, yazın sonunda yanına birisini bulması gerektiğini, gideceğimi. Önce biraz suratı düşse de başının çaresine bakabileceğini söyleyerek anlayışla karşıladı durumu. Söylemem gereken herkese söylemiştim, içim rahattı artık. En azından saklayacak bir şeyim kalmamıştı. Odaya geçip elime bir kitap aldım, sayfaları tek tek geçiyordum ama okuduğumdan tek bir kelime bile anlamıyordum. Kitabı bırakıp bilgisayara baktım, Dut’un sayfasında saatlerce kıpırdama olur mu diye bekledim, öylece uyuyakalmışım. Gece bir ara su içmeye kalktım, karanlık hoşuma gitti nedense, saklıyordu sanki beni. Oturdum mutfağa, ışığı açmadan. Çıkardım sigaramı, çaktım muhtar çakmağımla. Dut almıştı bu çakmağı da zamanında.

Gün ağarmaya başlarken karşımda dolu bir kültablasıyla karşılıklı oturuyordum, ikimiz de sessizdik. Boğazımın tahrişini birazcık alsın diye büyük bir bardak su içip tekrar döndüm yatağıma, yaşadıklarımın kötü bir rüya olması temennisiyle koydum yine başımı yastığa.

***

Günler günleri hiç farklı bir şey sunmadan kovaladılar. Uyudum, uyandım, sigara içtim ve tekrar yatağa döndüm. Sanırım bir haftaya yakın evden hiç çıkmadan yaşadım, zaten vize dönemi olduğundan dersler pek yoktu, benim de zerre ders çalıştığım. Ne kadar toparlayamasam da kafayı, bir şekilde vizeleri vermek zorundaydım, yoksa Viyana’da geçireceğim zaman daha da uzayacaktı. Doğrulup banyonun yolunu tuttum yine, ılık bir duş beni kendime getirirdi, ardından da kahvaltı. Günlerdir doğru düzgün bir şey yememiştim.

Karnımı doyurduktan sonra geçtim notların başına. Başlarda odaklanamasam da kendimi zorlayarak devam ettim en yakın sınava çalışmaya. Bir süre sonra Dut’u o kadar düşünmediğimi farkettim derslere odaklanınca. Ne zaman ki bir sigara molası vereyim, hemen aklıma geri geliyordu. Hal böyle olunca da kafayı notlardan kaldırmadan akşamı ettim, gayet verimli geçti. Okul olayını baya askıya almışım onu farkettim. Bir şekilde günlük ritüellerime devam etmek zorundaydım, okula gitmek, ders çalışmak, arkadaşlarla vakit geçirmek.

Vize dönemini zombi gibi geçirdim. Dut’un yokluğu yetmezmiş gibi o kadar ağır sınavlar ve projelerle uğraşmak insanlıktan çıkarmıştı beni. Birkaç kez Dut’u aramaya yeltendim ama diyebilecek hiçbir şeyim yoktu, arayamadım, yüzüm de yoktu. Bir gün arayacaktım ama o gün henüz gelmemişti. Kuru vasıtasıyla haber almaya çalıştım birkaç kez. Soğuk bir şekilde “ne yapsın, arada bir okula gidiyor. Nasıl olmasnı bekliyorsun?” cevabını aldım. O gün bugündür Kuru ile de eskisi kadar sık görüşmez olduk.

Tarih finalleri göstermeden önce Dut’suz yaşam sürecine ayak uydurmaya çalışıyordum. Baktığım her köşe başında Dut vardı. Daha önce içtiğimiz mekanlar, öpüştüğümüz arka bahçeler, Esat Dörtyol’dan Kuğulu Park’a uzanan Tunalı Hilmi Caddesi, Bestekar... Her bir kaldırım taşında onu hatırlıyordum. Bir gün Muhterem ve bölümden diğer arkadaşların ısrarları üzerine gece içmeye çıktık, Bestekar Sokak’ta, kebapçının karşısındaki marketin yanındaki üç katlı, her katı ayrı bir bar olan binada aldık soluğu. O bina zaten Bilkent Güzel Sanatlar, Bestekar Kampüsü gibiydi. Tüm Bilkent grafik, peyzaj, iletişim ve iç mimarlık öğrencileri orada oluyordu. Yüzüme tebessüm maskesi taktım o gün, insanların da keyfini kaçırmamak için, kısa kısa muhabbetlere ortak oldum.

Vakit ilerleyip, kadehler bir bir boşalmaya başlayıp, görüntüler bulanıklaşmaya başladığı sırada omzumda bir el hissettim, dönüp baktığımda kafası benden daha da güzel bir kız gördüm;

“Merhaba” dedi peltek bir sesle, dili dönmüyordu artık alkolden.
“Merhaba.”
“N’apıyorsun?”
“Top sektiriyoruz sırayla, ben en fazla 9 yaptım şimdiye kadar. Sen ne yapıyorsun?”
“Efendim?” dedi yüzünü buruşturarak. Tek kelime anlamadığına emindim.
“İçiyoruz arkadaşlarla, oradan ne yapıyormuş gibi görünüyoruz?” dedim biraz tersleyerek ve tekrar önüme döndüm.
“O zaman şerefe” dedi tekrar dürterek. Kadehini burnuma kadar dayadı. Dikkatli baktığımda kızın bizim okuldan olduğunu farkettim, şaşırmadım tabi.
“Şerefe” deyip tokuşturdum bardağı. “Ne istiyorsun?”
“Adın ne?”
“Lakapsız.”
“O nasıl bir isim öyle? Ben Dilara, memnun oldum.”
“Buyrun Dilara Hanım, sizi dinliyorum, derdiniz nedir?”
“Sana yavşayabilir miyim?”
“Hayır!” dedikten sonra tekrar önüme döndüm ama ısrarcıydı.
“Neden?”
“Sevgilim var zaten benim.”
“Hangisi?”
“Burada değil.”
“Tamam işte, burada değilmiş hazır.”
“Şansını başkasında dene güzelim, bana müsade” deyip ayağa kalktım.Tüm diyalogu anlamayan gözlerle dinleyen Muhterem’e selamımı verip masadaki diğer insanlarla da vedalaştıktan sonra içtiklerimi ödeyip çıktım mekandan.

Dönüş yolunda tüm cesaretimi toplayıp aldım telefonu elime, rehberden Dut’u bulup bastım arama tuşuna, son arananlarda yoktu artık zira. Sanırım kapanmasından önceki son çalışta açtı, çok fazla çaldı çünkü. Titrek bir ses ile “alo” sesini işittim.

“Dut!”
“Efendim” dedi soğuk bir ses.
“Nasılsın?”
“İyi.”
“Şey.. Bak, söyleyebilecek hiç bir şeyim yok, biliyorum ama...”
“Sadede gelin beyefendi.”
“Seni görmek istiyorum.”
“Yarın 3 gibi Seğmenler, polise haber verirsen çocuk ölür!”
“Hangi çocuk?” anlamamıştım cidden. “Alo? Dut?”

Kapattı. Ölen çocuk kimdi acaba? Kafama sonradan dank etti tabii espiri yaptığı, yolun yarısını “kim ölecek” diye düşünerek geçirdim, farkına vardığımda ise gülümsemem yüzüme yayıldı, ardından da bir kahkaha “seviyorum kız seni, daha önce hiç kimseyi sevmemiş gibi!”

Heyecandan gözüme uyku girmedi, ne de olsa Dut’suz bir ne kadar süre geçtiğini bilmiyordum, yıllar geçmiş gibiydi. Vizeleri geride bırakmıştım ve finaller kapıdaydı, okulumun son günleri de. Viyana için gerekli belgeleri, eksikleri de tamamlayıp göndermiştim bu süre zarfında. Eksik hiç bir şeyim kalmadı, 1-2 hafta içerisinde okul kabulümün gelmesi gerekiyordu artık. Bu duruma heyecanlanamıyordum bile, Dut ile telefonda da olsa konuşmuştum ya, yeterdi bana. O kadar özlemiştim ki başka bir uğraşım yoktu artık Dut’u düşünmek dışında.


*Arkası yarından sonra*


4 Comments

elo!!.. dedi ki...

bu yazı dizisi, başında bana ergenlik dönemlerinde okunan ipek ongun kitaplarını hatırlatmıştı...

şimdi merak uyandırıcı, ara ara mühim konulara kısaca dokunan (vejeteryanlık gibi), dokundukça da hitap ettiği yaş grubunu büyülten bir diziye dönüşüyor...

ama bu iş mi aşk mı ya da bu durumda geleceğe yatırım mı aşk mı mevzu beni de çok derinden düşündürüyor, gerçi sen aşkı seçmeyi maddi koşullar nedeniyle biraz daha imkansız kılmışsın...

mutluluğu başka birinde mi aramalıyız, kendi yaptıklarımızda yapabileceklerimizde mi bilmiyorum...
ben de emre gibi kendimi seçiyorum hep, yapmak istediklerimi, yapabileceklerimi; bu yolda önüme çıkan başka birine dayalı mutluluklardan vazgeçiveriyorum ilerlemek için sıkıntı yaşamayacağım bir gelecek için, doğru mu ki bu...

kim bilir...


yufkayureklikelgobekli dedi ki...

Sayın ELO, yorumunuzu çok beğendim, teşekkür ederim.

O ikilem hepimizin başına bir yerlerde mutlaka gelmiştir. İki gönül bir olunca samanlık seyran olur mu, birisi için bir şeylerden vazgeçmek doğru mudur, yaptığımız mı yapmadığımız şeylerden dolayı oluşan pişmanlık mı daha büyüktür... Bunların net bir cevabı bence kesinlikle yok. Dolayısıyla doğru kişiye göre şekilleniyor. Emre'nin yaptığı yanlış değil, diğer seçeneğin de yanlış olmadığı gibi. Siz de Emre gibi düşünenlerdenmişsiniz. Sİzin düşünceniz de yanlış değil, tabii doğru da değil.

elo!!.. dedi ki...

rica ederim, eklemeyi unutmuşum bende senin dut serini ilgiyle okuyorum :)

doğru kimin neyle, hangisiyle mutlu olacağı tam olarak kestirilemez, ama sanırım ben aşkı seçerek öylece mutlu oluverenlere özeniyorum :)

yufkayureklikelgobekli dedi ki...

Onlar da muhtemelen sizin seçtiğinizi yolu gıpta ile izliyorlardır ^_^

Blogger tarafından desteklenmektedir.