*Bu sefer daha uzun oldu, buyurun*

Sabahın köründe geç kaldığımı sanarak yataktan fırladığımda saatin daha 9 olduğunu farkedip derin bir nefes aldım. Kalkıp önce duşa girdim, ardından güzel bir kahvaltı ile hazırladım kendimi büyük buluşmaya. Üstüme Dut’un en sevdiği kıyafetlerimi geçirdim, mutfağa geçip bir sigara daha yaktım. Parfüm sıkmayı düşünmüştüm ama Dut sevmezdi parfüm, bana da o kadar cazip gelmiyordu artık.

Saat 2’ye geliyordu, evde daha fazla oyalanamayacağım için çıktım dışarıya, Tunalı’yı boylu boyunca yürüyüp, Seğmenler’e çıkan yokuşun başına geldiğimde derin bir soluk daha aldım, onca zaman sonra görüşecektim Dut’la. Tam olarak parkın neresinde buluşacağımızı bilmiyordum ancak içgüdüsel olarak parkın ortalarına kadar yürüdüm, yoldan taraftaki çimlere geldiğimde Dut’u gördüm karşıdan, elinde beyaz şarabıyla. İstemsiz gözlerim doldu, o kadar özlemiştim ki.

“Dut!”
“Evet?” dedi ayağa kalkıp. Öylece kalakaldım.
“Şey... Nasılsın?” dedim, yanına kadar gidip.
“Sensiz” deyip sarıldı, o kadar çok özlemişim ki bana dokunmasını.
“Ben de” diyebildim sesim titreyerek.
“Şarap?” dedi bir süre öyle sarılır vaziyette ayakta dikilmenin ardından.
“Zevkle” diyerek diktim şarabı tepeme ardından uzun uzun öptüm Dut’u, sonrasında çimlere uzandık, gökyüzünü izleyerek devam ettik muhabbete.
“Aramadın bunca zaman.”
“Yüzüm yoktu.”
“Dün var mıydı?”
“Alkollüydüm.”
“Bakıyorum da gününü gün ediyorsun bensiz.”
“Olur mu canım, ilk kez içtim senden sonra, o da Muhterem’in ısrarıyla.”
“Mekana gittiniz yani.”
“Evet. Sen ne yaptın?”
“Okulla uğraştım, evdeydim genelde. Arada bir Kuru’ya gittim, o kadar.”
“Ben de bizim kızlar, Rıza falan takıldık. Çay, tavla... Sensiz tadı yokmuş tavlanın da.”
“Viyana için her şey tamam mı? Ne zaman gidiyorsun?”
“Okul kabulünü bekliyorum, sonrasında vizeye başvuracağım” dedim gözlerimi devirerek.
“İyi, her şey tamam sayılır. Ne kadar süreliğine gidiyorsun şimdi?”
“Bir yıl, sadece bir yıl. Eğer Almanca ile sorun yaşamazsam tabi.”
“Başladın mı Almanca çalışmalarına?”
“Başladım, yazın da kursa gideceğim. Okulun ne zaman bitiyor?”
“Bitti sayılır, birkaç sınav kaldı, senin?”
“Son bir proje sunumu kaldı, bir iki tane de sınav. Ayın ortalarına doğru boşa çıkıyorum.”
“Ben de.”
“Bahadır ev arkadaşı bulacakmış kendisine, eşyaları da ona bırakacağım. Geri kalanları da taşırım memlekete, oradan da gideceğim nasıl olsa.”
“Yardım lazım mı?”
“Her zaman.”
“Size gidelim mi?”
“Olur, Ne yapacağız?”
“Sevişiriz” deyip yüzünü bana döndü, gülümseyerek döndüm ben de.

Uzun bir öpüşmenin ardından kalkıp toparlandık, koluma girdi yine eskiden olduğu gibi. Eve giden caddeyi aheste adımlar ile katettik, eve girdiğimizde ise neredeyse sevişmeye kapıda başlamıştık, odaya girene kadar yarı çıplak kaldık ikimiz de. Bahadır’ın evde olmamasına sevindim o an.

***

Uzun bir sevişme nöbetinden sonra yatakta sigaralarımızı içiyorduk, bir daha görmeyecekmiş gibi Dut’u izledim. Onca hırçınlığına, başına buyrukluğuna rağmen o kadar masum görünüyordu ki onu bu kadar üzdüğüm için kızdım bir an kendime. Gitmemle daha fazla üzeceğim için de içim buruldu.

“Sen kilo mu aldın?” dedim elimle göbeğine dokunarak.
“Ne alakası var canım, ayrılık sonrası abur cubur nöbetlerinden biraz şişmiş olabilir ama kilo falan almadım.”
“Küveti doldurayım mı?”
“Olur” dedi gülümseyerek, o an içim sıcacık oldu.
“Çok özlemişim seni.”
“Ben de seni.”

Uzun zamandır yapmadığımız küvet muhabbetlerinden birini daha yapacak olmamızın sabırsızlığıya sadece boxerımla çıktım odadan, hemen karşıda bulunan banyoya gidip küvetin deliğini kapadım, suyu elimle kontrol edip yeterli sıcaklıkta olduğunu anlayınca Dut’un yanına gittim tekrar, ayrı kalmaya dayanamıyordum, kısa süreliğine de olsa. Elinden tutup banyoya götürdüm, içeri girdiğimizde yeteri kadar dolmuştu küvet, vakit kaybetmeden girdik içine.

“Niye bunca zaman bekledin aramak için?” diye muhabbete girdi Dut.
“Yüzüm yoktu aramaya dedim ya”
“Baya bekledim arasın diye, hatta o kadar fazla kız tribi biriktirmiştim ki, hepsini kursağımda bıraktın!”
“Tüh!” dedim alaycı bir tavırla, aynı anda da Dut kolumu ısırdı “bu da yeni çıktı herhalde, niye ısırıyorsun kızım!”
“Sus! Suçlusun zaten! Bakma bu kadar çabuk affetmezdim seni, hatta hala kızgınım ama çok özledim, hele bir de günlerin sayılı olunca...” dedikten sonra tekrar durgunlaştı, “gidiyor musun ciddi ciddi?”
“Evet” dedim aynı hüzünle.
“Ne yapalım,bulunur bir çaresi” dedi, konuyu kapatmak istercesine. “Neler yaptın ben yokken?”
“Seni özledim, her şeyi bırakıp gitme düşüncesinden kafayı yememek için derse verdim kendimi, inek gibi ders çalıştım.”
“Alemlere aktın” diye araya girdi Dut.
“Yok ne alemi? O geceki şaraptan sonra ilk kez içki içtim.”
“Öyle olsun bakalım.”
“Hazırladığın triplerden biri de bu muydu?” dedim gülerek.
“Hee.”
“Ben seni bırakıp nasıl gideceğim?” dememle bir hüzün dalgası sardı, gözlerim doldu.
“Burada beni her yere götürebilirsin” dedi parmağını göğsüme dayayarak.
“Şüphesiz” dedim gülümseyerek, biraz da gıdıklanmıştım.
“Tatil planımız geçerli mi hala?” diye sordu tekrar konuyu kapatarak.
“Tatil planı? Ben onu unutmuştum! Tabi geçerli, nereye gidelim?
“Olimpos, Kelebekler Vadisi, Kabak Koyu falan geçiyordu aklımdan ama oralara herkes akın ediyor, bir sürü tanıdık olur. Daha yalnız kalabileceğimiz bir yere gidelim bence.”
“Neresi mesela? Dalyan falan güzel, o tarafa ne dersin?”
“Ya o tarafta kamp alanı bulabilir miyiz bilmiyorum. Akyaka’ya gidelim mi?”
“O nerede?”
“Ege’de, Muğla’da. Marmaris’e yakın. Öyle barı falan yok pek eğlenmek için.”
“Zaten beraber vakit geçirmeye gidiyoruz, neyleyeyim sen varken barı, pavyonu! Kamp alanı var mı?”
“Var, hem de baya güzel, denizi de güzel.”
“Tamam o halde, yolculuk ne zaman?”
“Sınavlar bitsin gideriz, olur mu?”
“Olur. Ben de eşyalarımı toplayıp memlekete gönderirim o sıralarda.”
“Hatta oradan sizinkilerin yanına gidelim mi?”
“Bizimkilerin? Kütahya’ya? Hatta Tavşanlı?
“Evet, neden olmasın?”
“Gerçi evet, neden olmasın? Zaten maksat beraber vakit geçirmek.”

Banyo sonrası keyfimizi yaparken tekrar gitme korkusu sardı. Son günlerimi Dut ile geçirmek paha biçilemezdi ancak burayı ve Dut’u daha fazla özlememe sebep olacaktı bu seyehat. “Acaba barışmasa mıydık?” diye geçirdim içimden, gitmesi daha kolay olabilirdi o vakit. Bir tarafım da iyi olacağını söylüyor bu gezinin. Bir insanı en iyi yolda tanırdı insan nitekim.

Dut’un ise keyfine diyecek yoktu, tatil planının ardından. Hala bir taraftan yapacaklarımızı anlatıyordu. Otostopla gitmeyi kafaya koymuştu ve otobüs fikrime kati suretle karşı çıkıyordu. Araba kiralamayı bile düşündüm ama otostopta ısrarcıydı. Ak dediğine kara dedirtemiyordum Dut’un zira. Hangi yolları izleyeceğimiz, hangi güzergahı kullanacağımız, hangi araçlara bineceğimiz, beğenmediğimiz araçları nasıl başımızdan savacağımız hepsi Dut’un konusuydu, o çalışacaktı bu konulara, çadırı da o bulacaktı. Ben de yolluk hazırlayacaktım. Kek yapımına zaten vakıfım. Un kurabiyesi ve tuzlu kurabiye için annemden tarif konusunda destek alıp yolluk çantamızı hazırlayacaktım. Planlar yapılmıştı, sıra önümüzde bekleyen derslere geldi. Dut da alttan ders bırakmama gayretindeydi, ilk kez okul konusunda bu kadar azimli görüyordum Dut’u. Herhalde okulu uzatmaktan sıkılmıştı.

***

Günlerimizi buluşup ders çalışmakla geçiriyorduk, Dut tek başına ders çalışmayı sevmediğinden. Sebebini çalışırken anladım. Sürekli okuyup okuyup söyleniyordu kitaba. Kitabı azarlıyordu ya da beğendiği bir konuya değindiyse takdir ediyordu kitabı. Kah azarlayarak, kah şaşırarak, kah överek kitapla muhabbet ediyordu resmen. Dolayısıyla benim de dikkatim dağılıyordu. Sürekli onun dersleriyle ilgili siyasi tartışmaların içinde buluyordum kendimi. Ders çalışmıyorduk sanki de açık oturum yapıyorduk. İşin böyle gitmeyeceğini anladığımda Dut’la pazarlık yaptık. Her saat başı, yarım saat kadar kahve ve sigara molası yapacaktık. O esnada istediği konuda istediği kadar konuşacaktık. Birkaç kez yine kitabı azarlarken yakaladığımda eliyle af dileyip kitaba tekrar döndü ve bu sefer de kendisini kızdırdığı için tekrar azarladı kitabı. Gülerek önüme döndüm, Dut’a doğru düzgün ders çalıştırmanın imkanı yoktu, varsın bildiği gibi yapsındı.

Sınavlar başarıyla geçmiş, proje sunumum da layığıyla yapılmıştı. Dut birkaç dersinden korksa da, o da iyi atlatmıştı bu final dönemini. Sıra gidiş hazırlıklarına gelmişti. Notların sisteme işlenmesini bekliyordum artık transkriptimi alıp okulla ilişkimi kesmek için. Bahadır’ın da arkadaşı yakında taşınacaktı. Eşyalarımı topladım, verdim otobüse, gönderdim memlekete. Yeni kiracı geleceği için Muhterem’le konuştum. Sonuçta muhatap bendim ev ile ilgili, Bahadır’a da güvendiğini söyledi, aynen devam edebilirlerdi kiraya. Bahadır’ı mağdur etmediğime sevindim o konuda. Odamı da temizleyip, son kalan kıyafetlerimi çantaya atıp helalleştim Bahadır’la, anahtarı da bırakıp Dut’a yerleştim, gidene kadar.

***

Yola çıkmadan birkaç gün önce bizimkilerin ısrarıyla bir veda partisi tertipledik, gitmeden önce herkesi bir arada görebileyim diye. Gecenin çocuğu doğal olarak bendim. Konur Sokak’taki teras bardaydık. İçeri girer girmez yoğun bir ilgi vardı. Etrafa göz gezdirdim neredeyse hayatına girdiğim herkes oradaydı, Pelin dahil.

“Cidden gidiyor musun?” dedi üzgün bir ses tonuyla.
“Evet.”
“Neden?”
“Pek çok nedeni var.”
“O nedenlerden biri de ben miyim?” dedi mahcup bir vaziyette.
“Efendim? Sen? Ülke değiştirmeme sebep olacak kadar büyük bir yerin yok bende” dememin ardından gözleri doldu.
“Gerçekten mi?” dedi önde olan başını kaldırıp gözlerimin içine bakarak.
“Evet. Nasıl bir şey kurduysan artık kafanda” dedim gözümü bile kırpmadan. Nasıl bu kadar kibirli olabilirdi “sana dair son iyi niyetimi de harcadığından beri sana karşı hiçbir şey hissetmiyorum!” dedim canını acıtmak isteyerek. Ali de hemen yanındaydı, onu sonradan farkettim. Konuşmamızın ardından Pelin ağlayarak dışarı çıkarken Ali de peşinden gitti “kanka ağır olmadı mı?” diyerek. Tüm bu olan biteni anlamaz gözlerle izleyen Dut, Pelin’in arkasından bir süre baktıktan sonra omzunu silkerek hiçbir şey olmamış gibi kızların yanına giderek muhabbete karıştı.

Alkolün sınırı yoktu, bugün arkadaşlar çekecekti beni. Hal böyle olunca da daha kadeh boşalmadan yenisi geliyordu, sürekli birileri içki ısmarladığından dolayı ayakta duracak halim kalmamıştı. Sırayla herkesin yanına oturuyor, tek tek ilgileniyordum. Çok özleyecektim hepsini de, özellikle Dut’u. Her gördüğüme sarılıyordum, bir daha göremeyecekmişim gibi. Sürekli eski zamanlardan hikayeler anlatıyorduk birbirimize. Hele uzun zamandır arkadaş olan ben, Rıza, Mustafa, Laz ve Muhterem bir araya gelince maziden anlatacak o kadar fazla şey çıkıyordu ki insanlara.

“Mesela bir keresinde...” diye lafa başladım, sonrası zaten çorap söküğü gibi.

Aylin Aslım konseri var, ona gidecektik, başladık Cinnah yukarı yürümeye. Ben, Laz, Mustafa, Muhterem. Laz navigasyon cihazı gibidir, en azından yanlış bile yapsa kayıtsız şartsız güveniriz ona. Gittiğimiz ilk şehir dışı festivalden beri önder belledik onu. Tüm kriz yönetimleri, konser, festival organizasyonları, etkinlik planları için Laz'a danışırız. Aramızda bir lider var ise o da Laz'dır. Yanlış kararları yok mudur? Epeyce fazla ama biz yönetsek o kriz anını, biz de o hatalara düşeceğimiz için sorgulamayız hatalarını. Biz ne ara ona böyle bir sıfat yükledik, o ne ara yüklendi hiç kimse bilmiyor. Tasarruf mevduat fonumuzdur kendisi.

“Hakikatten lan, Laz niye öyle?” diye lafa karıştı Mustafa.
“Ne bileyim, her şeyi o tertip ediyor, toplanan para Laz havuzundan dağılıyor ihtiyaca göre.”
“Laz havuzu iyiymiş” dedi Kuru gülerek.
“Benden iyi organizatör mü bulacaksınız oğlum” diye çıkıştı Laz.
“Neyse başladık yolda mekanı sormaya”

‘Abi buralarda Manhattan diye bir bar varmış, biliyor musunuz?’
‘Ne? Menettın mı? Yok bilmiyorum, şurada taksicilere sorun.’
‘Selamın aleyküm abi, kolay gelsin. Buralarda Manhattan diye bir bar varmış, biliyor musunuz?’
‘Şuradan 413'e binin, oranın önünde inersiniz, ya da atlayın, aynı para tutar zaten.’
‘Yok abi yürüyeceğiz biz.’
‘Yürüyecek misiniz? Çok uzak evladım orası, şu tarafa doğru yürüyün, yolun sonundan sola sapın, sonra tekrar sorun.’
‘Tamam abi sağolasın.’

“Hakikatten niye yürüdük biz oraya kadar?” diye sordum hikayeyi bölüp.
“Daha konserin başlamasına epey vardı, erken gidip ne yapacaktık” diye açıkladı Laz.
“Doğru.”

Epey bir yokuş çıktıktan sonra vardık mekanın önüne. Saat 20:00 civarıydı, hala kapıları açmamışlar. Aylin Aslım bile gelmemiş. Mekan yol üstünde bir yer olmayınca biraz ter döktük tabi bulana kadar. Kaldı ki Kızılay'da vakit geçiren insan topluluğuyuz, buralara yolumuz doğru dürüst düşmemiş bile. Kendimizi de eğreti hissettik zaten.

“Sen nasıl Bilkentlisin ya?” diye böldü Dut.
“Nasıl Bilkentliymişim?”
“Oraları nasıl bilmiyorsun? Bilekentli dediğin Çankaya’da, Bahçeli’de takılır.”
“Bakma Bilkentli olduğuna, bizden fakir” diye araya girdi Rıza. Gülmeye meyilli topluluk olarak bir kahkaha tufanı koptu bu cümlesinin ardından.
“Neyse ya bir durun, anlatıyorum.”

Bir süre kapının önünde kendi aramızda sohbet ettikten sonra Aylin Aslım'ın arabası geldi. İndiğinde mekandan birkaç insan ve biz karşıladık. Kliplerinde göründüğünden çok daha güzeldi, büyüleyici resmen. Güleryüzlü bir de. Tek tek selamladı bizi de. Yerlere saçılmış konser afişlerini görünce biraz yüzü düştü, söylendi. Haklıydı. Aylin Aslım'a sorduk posterlerden alabilir miyiz diye. O da "alabilirsiniz tabii, baksanıza yere saçılmış zaten" dedi. Sonra o posterleri imzalatmak istedik ancak çoktan içeri girmişti ve henüz dinleyici almıyorlardı. Bodyguarddan müsade istedik, sadece iki kişiye izin verdiler. Mustafa ve Muhterem daldılar içeriye. Hem posteri imzalattılar hem de biraz sohbet etmişler. O an ben niye atlamadım diye hayıflandım.

“Senin yerine ben girseydim keşke Muhterem.”
“Girseydin oğlum, baktım atlayan yok, ben çıktım öne.”
“Ne bileyim, insan bir incelik yapar, abi buyur sen gir der.”
“Öyle bir incelik bekler miydin benden?”
“Haklısın, beklemezdim.”

Kapıların açılmasına hala bir buçuk saat varmış. Biz de cebimizdeki kalan paralarla bira alıp dışarıda demlenmeye karar verdik. İçeride içki muhtemelen ateş pahasıydı. Tuborg kırmızılarımızı alıp bir binanın önüne çöreklendik. Muhabbet ne ara kavga etmeye geldi hatırlamıyorum ancak kavganın gerekliliğine geldi çevirdiğimiz geyik.

“Yuh o saatte konser mi başlarmış” diye sordu Derya.
“Ne bileyim kızım, zenginlerin adeti öyle herhalde.”

‘Neden abi? Ben ömrümde kavga etmedim hiç, ihtiyacım da olmadı’ dediğimi hatırlıyorum Laz’a.
‘Ne demek oğlum. Birisi sataştı diyelim.’
‘Abi yoluma giderim, ne hali varsa görsün.’
‘Olur mu lan! Biri anana küfretti diyelim?’
‘Abi küfretmekle eline bir şey geçmez, etse ne olacak?’
‘Ne demek ne olacak? Anan lan!’
Alkol de etki göstermiş olacak ki insanların sorgulayan bakışlarına daha fazla direnemedim;
‘Ana ayrı abi, o zaman dalarım tabi.’ “Bu kesinlikle ben değildim. Resmen mahalle baskısı kurdu Laz üstümde.”
‘Tabii ki oğlum. Anaya laf söyletilmez!’

“Nasıl gaza getirmişler” diye kahkaha attı Dut.
“Sorma. Ben ömrümde kavga etmemişim, ben bile kavga olsa da girsek diye bekliyordum”
 “Nereden çıktı oğlum kavga dövüş?” diye sordu Nergis.
“Ne bileyim. Muhabbet ne ara oraya geldi farkına bile varmadım.”
“Bunlar hep Laz’ın işi” dedi Mustafa, “Laz gazıyla ne işlere girdik.”
“Kötü işlere mi soktum sanki sizi?” diye çıkıştı Laz.
“İyi işlere de soktuğun söylenemez” dedi Mustafa.

Kapılar açıldı. Hafif çakırkeyf olmuştuk. Kabanlarımızı vestiyere bırakmamızı istediler ancak inat edip vermedik. Ben, Mustafa, Muhterem, Laz olarak daldık mekana. Konser parası karşılığında verdikleri pullarla bir içki alabilme hakkımız vardı. Biz de votkadan yana kullandık o tercihi.

Aylin Aslım henüz sahne almamıştı. Ortam ısıtılmak için çalınan dj şarkılarıyla eğleniyorduk. Bir ara Laz, Mustafa ve Muhterem eğlencenin dozunu epey kaçırdılar, mekan kendilerininmişçesine eğleniyorlardı. Ses etmedik. Sonuçta eğleniyorlardı, kimseye zararları yok.

Ve tüm güzelliğiyle Aylin Aslım sahneye çıktı.

“Sütlü'yle çıktı değil mi?” diye sordu Nergis.
“Evet evet, çok iyiydi. Gel Git albümündeki şarkıları rock tınısıyla söylediler. Kendi şarkılarını coverlamış yani.”

Şarkılar bir bir akıyor, bizimkilerin kendini kaybetmiş eğlencesi de sürüyordu. Mekan tıklım tıklımdı, hal böyle olunca da diğerlerini rahatsız etmesinler diye tampon görevi görüyordum. Sanırım tam da Benim Hala Umudum Var çalıyordu ki arkadan itmeye başladılar. Öncelikle kafanın güzelliğinden hiç bir şey anlamadım. Sonrası ise film şeridi gibi. İteklemelere bizimkiler de karşılık verdi ve ardından birisi "orospu çocukları!" diye bağırdı. Şartlı refleks! Böyle bir şey yaşayacağımızı biliyorlarmış gibi öncesinde beni bu kelimeye karşı şartlamışlardı. Öncesinde ortalığı yatıştırmaya çalışırken o kelime ile birden bire adamlara dalmaya başladım. Ömrümde kardeşimle ettiğim kavgalar haricinde ilk kavgamdı. Bizden sayıca üstünlerdi ancak 16-17 yıllık ömrümün ilk kavgası olunca nasıl bir gazla girdiğimi hatırlamıyorum. Sahnenin hemen önündeydik ve gördüğüme vuruyordum. Güvenlik hemen kavga çıkaran adamları dışarı aldı. Müzik durdu, kısa bir sürenin ardından bizi de aldılar. Giderken son bir kez sahneye baktım ve Aylin Aslım'ın "onlar bir şey yapmadı, benim davetlim, arkadaşlarım onlar, bırakın onları" dediğini işittim mikrofondan. Gülümsedim.

“Oha öyle mi dedi?” diye sordu Dut kahkahasını bastırdıktan sonra.
“Evet kızım! Nasıl tatlı biri bir görsen” dememle biraz bozuldu.
“Benden de mi?” dedi dudaklarını büzerek.
“Senden tatlısı yok, canım benim.”
“Ee sizi attılar mı yani mekandan?”
“Dur dinle, anlatıyoruz işte.”

Kapının dışına kadar sürüklediler hepimizi.

‘Abi adamlar başlattı kavgayı, biz bir şey yapmadık. Kendi halimizde eğleniyorduk’ dedi Laz.
‘La oğlum tamam, gidin işte, buraya kadar.’
‘Abi biz konser izlemeye geldik, yapmayın ya. Taa nereden geldik.’
‘Oğlum yapacak bir şey yok, adamlar daimi müşteri.’

Son cümle sınıf farkını ortaya koydu. Biz Ankara'nın ucuz barlarında eğlenen birer “it kopuk”tuk, onlar ise “bu mahallenin çocukları”. Bu konuşmayı yapan görevli gittikten sonra başka bir bodyguard geldi.

‘Abi n'olur girelim, bırakın. Tamam içeride bir köşede izleriz konserimizi.’
‘Ya yürüyün gidin asabımı bozmayın.’
‘Onlar neden çıkmadı o zaman? Ne yapmışız biz?’
‘Ellemişsiniz.’
‘Abi yok öyle bir şey, yanlışlıkla elimiz falan çarptıysa da girer özür dileriz, elleme falan yok. Kız yoktu ki zaten arkamızda.’
‘La yok oğlum adamların sikini taşağını ellemişsiniz!’ Muhterem’in bardağını taşıran son damlaydı, hepimiz afallamıştık.
‘İbne miyiz la biz! Ne diyorsun?’ deyip iki metrelik adama dalmaya başladı. Adam kollarından tutup ayaklarını yerden kesti, biraz sallayıp ileriye doğru itti.

Masada kahkaha tufanı esti o cümleden sonra, hepimiz karnımızı tutarak gülüyorduk. Yaşarken de gülmüştük o sahneyi ancak biraz da gergin olduğumuzdan Muhterem’i zaptetmeye uğraşıyorduk.

‘La oğlum siktir git bak kulağını ısırır koparırım.’
‘Gel kopar lan! Senden korkan senin gibi olsun.’ Muhterem’in gözü dönmüştü. Kendi sinirimizi unutup onu sakinleştirmeye çalıştık.

“Muhterem sen neymişsin ya?” dedi Kuru gözünde yaşlarla, gülmekten altımıza etmek üzereydik.
“Ya alkollüydük biraz da, öyle patladım işte” dedi Muhterem, biraz da mahcup bir halde. Cevabına, olaydan daha çok güldük. Gülmem yatışınca anlatmaya devam ettim.

‘Muhterem tamam, adam öldürecek şimdi seni.’
‘Ya bırak abi ya, adamları ellemişiz de, falanmış filanmış.’
‘Tamam Muhterem boşver.’

“Yalnız nasıl lan? Adamları mı ellemişsiniz?” diye sordu Bahadır, o ana kadar sadece dinleyip gülmekle meşguldü.
“Yok oğlum ellemedik, ne ellemesi? Neden elleyelim hem?”
“Ne bileyim eliniz çarpmıştır” demesinin ardından tekrar koptuk.
“Yok be abi, adamlar müdavimmiş, bizi de çapulcu gördüler attırdılar işte. Yalnız elleme olayını ben de anlamadım, insan daha mantıklı bir bahane bulur.”

Bodyguarda laf anlatmak güç, dinlemiyor bile. Hala kapının önünde titreye titreye bekliyoruz. Biraz daha düzgün bir adam çıktı içeriden.

‘Gençler boşuna beklemeyin, almayacağız içeriye.’
‘Bekleriz biz de, adamlar çıkınca bir daha döveriz.’ Muhtemelen tiplerini hatırlayanımız bile yoktu.
‘Saçmalamayın gençler, hadi gidin evlerinize.’
‘Abi gidecek paramız yok. Konser paramızı geri verin o zaman.’
‘Verin pulları, ben de paranızı iade edeyim.’
‘İçki aldık biz onunla.’
‘O zaman para iadesi de yok.’
‘O zaman mecbur burada bekleyeceğiz.’
‘Konser bitince nasıl gidecektiniz eve? Madem paranız yok.’
‘Sabaha kadar Kızılay'a yürüyecektik, o zamana kadar da otobüsler çalışmaya başlardı.’
‘Neyse tamam taksi paranızı ben vereyim.’
‘Uzakta oturuyoruz ama.’
‘Farketmez’ dedikten sonra bir taksi çağırdı. Tanıdığıymış.

“Hakikatten çapulcuymuşsunuz” dedi Dut.
“Ne yapalım, paramız yoktu dönecek.”

‘Ne tarafa?’ diye sordu taksici, uzunca bir yol bizi bekliyordu. Taksici başta ‘o kadar yol gidilir mi be? Kızılay'a bırakırım sizi’ demişti ancak hala kavgaya hazır gazımız üzerimizde olunca hiç alttan almadık, Abidinpaşa'ya kadar bıraktırdık kendimizi. Eve gelir gelmez de sızdık zaten.

“Abidinpaşa’da mı oturuyordunuz?”
“Evet, tek başıma kaldığım bir öğrenci evim vardı. Ahır gibiydi zaten, kapısı falan kapanmıyordu, anahtar da hep kapının üst tarafında duruyordu.”
“Hiç öyle birine de benzemiyorsun halbuki” dedi Dut şaşırarak.
“Nasıl birine benziyorum?”
“Ne bileyim sıradan.”
“Sonradan sıradanlaştık işte.”
“Yuh oradan Abidinpaşa’ya kadar taksiyle mi geldiniz?” diye araya girdi Kuru.
“Tabi. O kadar attılar, konser yalan oldu, paramızı da vermediler” diye yanıtladı Laz.
“Dünya para tutmuştur lan.”
“Umrumuzda mı sanki?”

Ertesi gün uyanır uyanmaz "ibne miyiz la biz!" diye bağırdım, herkes uykusundan kahkaha ile uyandı...

Konserde biz gittikten sonra ne oldu, hangi şarkılar çalındı, insanlar nasıl eğlendi hiç bilmiyorum. Merak ediyordum aslında çünkü Aylin Aslım'ı ilk kez canlı izleyecektim, olmadı. Muhterem’in sayko yanını ilk kez görmüş olmanın verdiği şaşkınlıkla konserden çok Muhterem’in nidaları hatırlandı ve benim ömrümde ettiğim tek kavgam. Demek ki insanlar birbirlerini bu şekilde gazlayıp şiddete teşvik ediyorlar.

“Ee nasıl bari sevdin mi kavga etmeyi?” diye sordu Bahadır, gülerek.
“Yok lan nesini seveceğim. Ben hala konuşup anlaşma taraftarıyım.”
“Nasıl bir adamsın sen?” diye girdi araya Derya.
“Öyle bildiğin adam işte” dedim bir taraftan gülmekten kasılan çenemi ovarken.
“Muhterem’i de orada tanımış olduk tam olarak” dedi Mustafa.
“Gerçekten ha!” diye onayladı Laz.
“Sen hiç konuşma Laz” dedim “senin nasıl bir insan olduğunu da bizim evdeki yılbaşı partisinde anladık” dememle Muhterem ve Mustafa’dan bir kahkaha koptu.
“Onda ne oldu?” diye sordu Kuru merakla.
“Anlatalım mı onu da? Sıkılmazsınız değil mi?”
“Yok canım, anlatın.”
“2005 yılbaşısı falandı” diye girdim lafa;

‘Kolay gelsin.’
‘Sağolasın.’

Ulan bari bir arkanı dön selam verirken. Benim evimdesin, seni tanımıyorum bile ve dışarıdan gelen benim.
   
‘Kurdunuz mu bilgisayarı?’
‘Ya kurduk da müzik çok yüklemişiz, açılırken kitleniyor.’
‘Hmm. Ben Emre.’
‘Ben Apo."
‘Senden n'aber Can?’
‘İyi ya, şu kurulum bitsin alkol almaya gidelim, bir de insanları Kızılay'dan toplamak gerek, burayı bilmiyorlar.’
‘Tamam, ben şu çantayı bırakayım. Çok kişi gelecek mi?’
‘Foruma haber saldık, 20 kadar kişi gelecek sanırım.’
‘Hey maşallah!’

“Nasıl ya? Tanımadığın birileri var evinde, internetteki bir foruma haber edip yılbaşı partisi yapacaksınız hiç tanımadığınız kişilerle” diye hayret dolu bakışlarla sordu Dut.
“Aynen öyle.”
“Emre ben seni hiç tanımıyormuşum.”
“Ben de seni tanımıyorum hala” dedim gülümseyerek.

Kendi başıma yaşadığım bir evdi neticede ve yılbaşının gelmesi coşkusunu genç damarlarımızda hissediyorduk. Anahtar her zaman kapının üstünde dururdu zaten, haberli habersiz arkadaşlarım sürekli gelirdi eve. Bu parti için de önceden gelip evi hazırlasınlar diye arkadaşa anahtarın yerini söylemiştim. Nasıl bir gafletle tamam dedim hatırlamıyorum ama bir yola girmiştik vesselam. Kızılay'a vardık, insanları toplamaya başladık ve alkolleri. Taksi en uygunu, 5-6 kişi sığalım her taksiye, otobüs parası da anca o kadar tutar zaten.

‘Öne hanım kızımızla birlikte birisi otursun.’ dedi taksici amca.
‘Tamam, madem hiç biriniz oturmuyorsunuz ben otururum.’ diyerek kuruldum öne.
   
“Çakal, bilerek atlamıştın oğlum sen orada öne” dedi Mustafa.
“Ne alakası var lan, öne birisi geçmesi gerekiyordu, kimse oturmadı.”
     
Bagajda alkoller, kucağımda ortamın tek kızı yoldaydık. Ev yakın olunca bu kadar kişi taksiye bindiğimiz takdirde otobüse vereceğimiz paradan çok daha azı ile eve varabiliyorduk. Önden bir gurup arkadaş yola çıkmıştı, o güne kadar yapmak isteyip de bir türlü yapamadığım aksiyon sahnesini nihayet gerçekleştirebilmiştim; “öndeki taksiyi takip et!”
   
“Onu ben de yapmak istedim hep” diye lafa karıştı Nergis.
“Bir keresinde ben de yapmıştım” dedi Kuru, “eğlenceli oluyor.”

Önlü arkalı vardık taksilerle. Bizimkiler önden gelip evi derleyip topladıklarından dolayı girer girmez içkileri soğutmaya koyulduk, insanlar mont ve çantalarını çıkardı, çekyatlara yayılmaya başladık. İnsanlar birbirleriyle kaynaşıyorlar, muhabbet sohbet. Ne de olsa kimsenin birbirini tanımadığı bir ortam. İçlerinden biri seri katil olsa, kafayı güzel yaptıktan sonra hepimizi kesse yeridir.

Bir de süpriz vardı; babam ve kardeşim de yılbaşını geçirmek için Ankara'ya geliyorlardı. O an annem gelmedi diye o kadar sevinmiştim ki. Çünkü o kadar adam dağıtacaktık o gün, evin tavanı ya da duvarları, bir yerler mutlaka yıkılacaktı. Öyle bir gençlik ateşiyle, öyle bir gazla girişmiştik bu parti işine. Babam da kardeşim de dünyanın en iyi aile bireyleridir, annem de öyle.

“Bilirim” dedi Mustafa sırıtarak.
“Ben de” dedi Laz ve Muhterem bir ağızdan.

Babam eve geldiğinde kalabalık ve hengameye hiç bir şey demedi. Demez zaten bilirim babamı da yine de baba yani. Geldi, zaten bir kısmını tanıyor insanların, benim arkadaşım olan kısmını en azından. Geri kalanını ben de tanımıyorum. Tanıştıklarımın isimlerini de çabucak unuttum zaten.
   
Ama mareşal! Böyle bir adam yok. Forumuna haber saldığımız site bu elemanın arkadaşınınmış. Bu da ilk üyelerdenmiş. Tamam Allah var o site o zamanların feysbuku falan sayılmasa da türk rock camiasının sözü geçen sitesiydi. Adama en uygun lakap olarak da mareşali bulduk. Adam kıdemliler kıdemlisi(!). O siteye ilk üye olanlardan.

“Gerçekten ya, o mareşal neydi öyle” dedi Mustafa gülerek.
“Bu siteyi benim arkadaşım kurdu! 2. üyeyim ben!” dedi Laz yine gülerek.
Bir de fakır vardı. Adamın adı Berker'di (şimdi adamın adı diye bahsediyorum ama sonradan yollarımız tekrar kesişti, meğer ne kafa adammış, daha samimi olduk sonra). Berker ismi istemsiz olarak “fucker”ı anımsattığından dolayı da ona fakır aşağı fakır yukarı diye seslendik tüm gece.
   
Biralar soğumuş, fıçılar açılmış, ışıklar söndürülmüş, milyon tane mum yakılmış - Allah'tan yanmadık o gece -, yerler alınmış... Herşey tamam yani, başlayabiliriz. Doldurduk biraları, herkes kendi arasında sohbet ediyor. Biz de kendi aramızda dalmışız muhabbete, müzikten, siyasetten, geyikten herşeyden bahsediyoruz. Bir ara arkadaş gitar aldı eline tıngırdatıyor. O arkadaşla başlamıştım ben müziğe. Neyse. 20 adam 1 kız olunca herkes kızın peşinde köşe kapmaca oynuyor. Kız diğer odaya gidiyor, tüm adamlar peşinde. Biz de üşengeç tayfa, kılımızı kımıldatmıyoruz, anca koltuklarda yayıl, bira iç. O zamanlar idmanlı olduğumuz için içtikçe içiyoruz, hala ayaktayız. Salonda kurulu olan bilgisayarı büyük yatakodasına geçirmişiz, tüm mont ve çantalar orada. Diğer odada ise kız ve etrafındaki adamlar. O kadar komik görünüyor ki. Kıza kur yapan yapana. Herkes kendinin bir yönünü göstermeye çalışıyor.
   
Bir süre sonra fıçı biralar bitti, şişelere geçtik ama stok hızla tükenme yolunda ilerliyordu. Sağolsun Can şaraplarımızı kırdığı için nevale baya azalmıştı. Bir ara mutfağa bira almaya girdiğimde artık kafamın çok da yerinde olmadığını ya da diğer tüm insanların sarhoş olduğunu ya da hep beraber kafayı bulduğumuzu anlamıştım. Babamla mareşal buzdolabının önünde muhabbet ediyorlar;

‘Benim arkadaşım kurdu o siteyi, bilmem nereden bilmem ne sörvırı açtı, oradan oraya birşeyler şey yaptı bıdı bıdıbıdı’
‘Tamam mareşalim, doğrudur’ diye onaylıyor babam da.
‘Ama işte ben üye olunca bıdıbısıbısıbıdı...’
   
Oha resmen mareşal babamı kitlemiş ve benim bile anlamadığım bilgisayar terimlerinde birşeyler anlatarak sevgili babacığımın beyninin ırzına geçiyor! Babam da “he mareşal, öyle mareşal” diyerek geçiştiriyor. Babamın gençle genç olmasına, arkadaşlarıma benim taktığım lakaplarla seslenmesine alışığım ama mareşali ne ara duyup benimsedi çok şaştım.
   
‘Oğlum yeter, çok içtin.’
‘Baba bu son! Başka ne zaman içebilirim ki zaten?’
‘Ama ayakta duramıyorsun.’
‘Yok baba, iyiyim ben.’
‘İyi tamam.’
‘Emre biz hiç içmedik bira!’ diye Mustafa ve Laz geldiler, sanırım elimdeki son biraydı.  
‘Hmm doğru içmediniz.’
‘Onu bize versene!’
‘O zaman bunu beraber içelim. Siz için ama ben de içeyim!’ bunu derken şişeyi elimde sıkı sıkı tutmayı ihmal etmedim.

“Bizim kafamız da bir dünyaydı o sırada, hatırlıyorum” dedi Laz.
“O zaman birama niye salça oldunuz lan? Ben o birayı kaptırmamak için neler geçirdim kafamdan.”
   
Bir taraftan da arada bir odaları gezip herkes yaşıyor mu diye bakmayı ihmal etmedim. Kıza kur yapan tayfa kız nereye giderse oraya gidiyor. Kız bir ara adamlardan sıkılmış olacak ki bizim yanımıza geldi sohbete, sonra adamlar yine yumulunca el mecbur kaçtı kızcağız. Bir ara bu kıza yazan tayfa dışarıyı çıkıp Apo'nun vosvosunda takıldı tabii ki kızla birlikte. Bir ara montların olduğu yatak odasında iki tane eleman porno izlemeye çalışıyorlar ama bilgisayarın hafızası ağzına kadar dolu olduğundan açamıyorlardı. Bir ara yönetici geldi, ömrümdeki ilk şiddetli kavgam evdeki diğer kişiler tarafından önlenmişti, ne güzel kafa göz dalacaktım zaten sevmiyordum pici!
   
“Hayret! Sen kavga eder miydin?” diye sordu Nergis.
“Etmezdim de işte o an gaza gelmiştim.”
“O değil de kıza yazık lan” dedi Derya.
“Bence de” diye onayladı Dut.

Ve işte beklenen an geliyordu! Saat 00:00'ı vurmak üzereydi. Hangi parlak fikirlinin aklına geldi bilmiyorum ama ben bile olabilirim, pogo yaparak girelim dedik yılbaşına, tüm sene tepinerek geçer diye. Hem de alışılagelmiş birşey değil sonuçta. Önce SOAD açmaya çalıştık, başaramadık. Sonra hem vaktin daralması hem kafaların güzelliğinden ötürü 10'dan geri saymaya başladık. 0'ı vurduğumuzda herkes birbirine girdi. Daha önce pek çok kez pogo yapmıştım ama bu en zevklilerindendi. Müzik yok, ihtiyaç da yok. Birader de daldı, babam kapıdan izliyor - yok bir de dalsaydı, o kadar da değil! - 15-20 dk belki daha fazla nefessiz tepindik. Herkes bir köşeye yığıldı. Alkol de bitmişti. İşte o an babam babalığını göstererek;
   
‘Hadi bir koşu gidin rakı alın gelin!’
‘Allaaaaah’ diye eline parayı alan Laz, üzerindeki ince atlete aldırmadan sokağa fırladı, ardından da Mustafa.

“Çok iyi hatırlıyorum ya” diye güldü Mustafa, “adam o dik yokuşu koşa koşa çıktı, üzerinde sadece fanila var, içeri girdi bu;” diye anlatmayı Mustafa sürdürdü.
   
‘Abi bize rakı ver!’ dedi Laz elindeki parayı tezgaha vurarak.
‘Gençlik yanıyor yahu!’ dedi tekelci. Laz'ı gördükçe kendisi üşüyordu.
‘Aynı koşar adımlarla eve döndük ama ben o yokuşta koşarken nasıl düşmedim hiç bilmiyorum, adam rakı diye çıldırdı resmen’
   
Rakı gelince ne olur? Memleket meseleleri tabii ki. Servisleri ben yapıyorum, o zamanlar en sakar hallerim ama hayret ki tek damla dökmeden servis yaptım.

“Babamla Anıl'ın samimiyeti bu partiye dayanır” diyerek anlatıcılık bayrağını yine devraldım.
‘Bak şimdi Ahmet Amca...’
‘Ne amcası lan! Ben o kadar yaşlı mıyım?’
‘Ahmet Abi...’
‘Rakı sofrasında abi olmaz!’
‘Bak Ahmetcim...’ dedi en sonunda elini babamın omzuna atarak. Ne diyeceğini şaştı çocuk.
‘Söyle Anılcım!’
   
Masada yine gürültülü bir kahkaha silsilesi başladı, “beni de tanıştır babanla!” dedi Dut kahkahasını bastırınca.
“Tanıştırırım tabi, bu aralar gelmiyor Ankara’ya, gelse tanıştırırım.”
“Gidince tanışırız artık, ne yapalım.”
“Aa evet, bize gidince tanışırsınız.”
“Size gitmek derken?” dedi Kuru.
“Ya biz birkaç güne kadar tatile çıkacağız, oradan da Emre’nin memlekete falan geçeceğiz” diye açıkladı Dut.
“Oo görücüye çıkıyorsun yani hatun” dedi Kuru, Dut’tan makas alarak.
“Ne alakası var, gezmeye gidiyoruz” dedi Dut biraz hırçınlaşarak, biraz da utandı sanırım.
“Tamam hatun, bir şey demedik. Sen anlat Emre, dinliyoruz.”

Adam da şikayetçi değil durumdan! Kanka gibi takıldılar tüm gece, bir muhabbet sohbet. Sonra bir ara yerde bardak kırılmış, evin tek kızı onu süpürmeye çalışırken Laz devreye girdi.

“Tamam oğlum burayı geç” dediyse de Laz, durmaya niyetim yoktu.

‘Oğlum ben bu kızı ayarlarım.’
‘O nasıl olacak?’
‘Baya. Tüm gece millet etrafında dolandı kimse götüremedi, ben götürürüm.’
‘Ya Laz bırak Allah aşkına!’
‘Görürsün bak.’
   
Camları süpürmek için eğilen kızın yanına Laz da eğildi ve ömrümüz boyunca unutmayacağımız o cümleyi kurdu; "yalaşak mı?" Kız güldü, süpürgeyi bunun kafasına geçirdi, işini yapmaya devam etti.

Karnımızı tuta tuta güldük masada, Bahadır yere düştü gülerken, biraz da ona güldük. Hikayenin devamını getiremiyordum gülmekten. Laz da gülüyordu ama hafif de kızardı. Hiç birimiz toparlanamadık son cümlenin ardından. Hatta yan masalardan muhabbete kulak kabartanlar olmuştu, onlar bile gülüyordu. Tüm mekana açık gösteri yapıyorduk resmen.

“Ne gülüyorsunuz oğlum, hiç yoktan denedim” demesinin ardından tekrar koptuk. Biz hala yerde kıvranıyoruz, “yalaşak mı?” ne demek lan?

O kızla beraber misafirlerin bir kısmı gitti, gitar çalan iki genç geldi. Ben oraları kesik kesik hatırlıyorum. Onlar da gitarlarıyla şarkı falan çaldılar. Bir ara babamın onlardan türkü çalmasını istediğini hatırlıyorum. Sonrasında ise yatış pozisyonu aldık. Ben biraderle uyudum, babam Mustafa'yla. Diğerleri de buldukları yere kıvrıldılar.
   
Sabah kalkıp tekrar bir asayiş çektim. Babamla Mustafa tamam, diğerleri de tamam. Bir de içerideki odaya bakalım. Girer girmez bir gülme aldı beni. Apo o 2 metre boyunda, 1 metre enindeki arkadaş ortaya yatmış, herkes de kafasını ona koyup uyumuş. Adam resmen yastık işlevi görmüş. Sonra banyoya baktım, bakmaz olaydım. Küvet ağzına kadar kusmuk dolu. Herkes ergen olunca kaçınılmaz son o idi işte. Onu görünce ben de gidip tuvalete kustum.

Herkes uyanıp bir tencere menemeni afiyetle yedirdikten sonra ortalıkta kimse kalmadı. Herkes işine gücüne gitti yahut işten kaçtılar. Ne de olsa ortalığı toplamak Arslan ailesine kalmıştı. Sadece 2 çekyat, bir yatak, bir masamız olduğundan ötürü temizlik kolay bitti. Tek zorlayan banyo oldu. Tıkandığı için herşeyi el ile temizlemek zorunda kalmıştım. Babam da tek kelime etmedi, nasıl onurlanmıştım, nasıl gururlanmıştım. Arkadaşlarım arasında namım yürürdü yani, babam benimle birlikte yılbaşında dağıttı diye. O zamanlar bırak böyle bir şeyi kendi evinde yapmak, arkadaşının evinde yapıldığından haber alsa baba orayı basar, çocuğunu da alır eve götürürdü.

“Çok iyiymiş ya!” dedi Kuru, “şimdi bile öyle partiler olmuyor.
“Gerçekten ya, geç tanımışız seni” dedi Dut.    
“Oğlum sizin o ikiz yatak kırıktı ya, hani bir keresinde üstüme atladınız hepiniz birden, tek bacağı kırılmış çapraz duruyordu. O yüzden tüm gece babanın tepesinde uyudum ben! Gece de midem çok bulandı, kalkmaya üşendim. Dedim şuradaki çantalardan birine kusayım, nasılsa kimse anlamaz, o kustuğum çanta benim çantam çıktı! O kadar çantadan sen git kendi çantanı seç!”

“Allah'ın sopası yok, sen elalemin çantası diye kusarsan böyle olur işte” diyordum ama gülmekten cümleyi toparlamam epey vakit alıyordu. Masadakiler de karınlarını tutup “tamam yeter artık, biraz ara verin, altımıza edeceğiz” diyorlardı.


*Arkası yarından sonra*


Blogger tarafından desteklenmektedir.