Muhabbet muhabbeti açıyor, biz anlattıkça masadan kahkahalar yükseliyordu. Karnımıza ağrı girmişti gülmekten. Bir ara Dut’un telefonu çaldı, o an Laz ve Mustafa lise anılarına dalmışlardı, muhabbetten uzaklaşıp Dut’u izlemeye başladım. Elinde telefon telaşlı bir şekilde masadan kalkıp tuvalete doğru yöneldi ama içeri girmeden önünde hararetli hararetli konuşmaya devam etti. Konuşması bitince masaya tekrar geldi, azğı kulaklarında. Ellerini kaldırıp herkesi susturduğu sırada sendeledi, az kalsın düşüyordu üstüme, toparlayıp tekrar kaldırdı ellerini, biz de pür dikkat söyleyeceği şeyi bekliyorduk;

Arkadaşlar! Şimdi Emre gidiyor ya...” diye söze başladı, biraz durakladıktan sonra gülerek konuşmaya devam etti “şimdi orada tek başına uyum sağlaması zor olacak. Yeni arkadaşlar edinecek, çevre oluşturacak, ev ya da yurt bulacak falan...”
“Ee” dedim cümlenin sonunu merak ederek.
“Şimdi Emreciğim” dedi bana dönerek, dili iyice peltekleşmişti “senin onları tek başına yapmana gönlüm razı olmadı” dedi elini masaya vurup, gözlerini gözlerime dikerek.
“Ee?”
“Eesi erasmus başvurum kabul edilmiş!” dedi insanlara dönüp bağırarak.

Son cümlenin ardından öylece kaldım. Ne erasmusu? Ne başvurusu? Ne kabulü? Hiç bir şey anlamamıştım. Derya, Nergis ve Kuru, Dut’un boynuna sarılarak kutluyor, öpüyorlardı. Geri kalanımız ise birbirimize soran gözlerle bakıyorduk.

“Biri de bana açıklasın! Ne kabulü?”
“Seninle birlikte Viyana’ya geliyorum!”
“Nasıl yani?”
“Şöyle yani, senden ayrı kaldığım sürede gittim erasmusu araştırdım, Viyana Üniversitesi ile anlaşması varmış bizim okulun. Ben de alttan girdim, üstten çıktım, Suat Amca’nın nüfuzunu kullandım, bir şekilde kendimi kabul ettirdim!”
“Erasmusa?”
“Evet.”
“Viyana’ya?”
“Ay evet! Tek tek soracak mısın?”
“Allaaaah” deyip sarılıp kucakladım Dut’u. Uzunca öptükten sonra başımı kaldırıp “herkese benden bira!” diye bağırdım. İnanamıyordum duyduklarıma. “Siz yine biliyordunuz değil mi?” diye sordum kızlara, kaşlarımı çatıp. Sadece pis pis sırıtan iki surat ile karşılık verdiler.
Dut’un da Viyana’ya geleceği haberinden sonra keyfim iyice yerine geldi, ardarda devrilen kadehlerin de bu keyifte katkısı yok değildi. Mekanda kalan tek grup bizdik ve bizi de kibarca göndermek için rakı bardağına yolluk biraları doldurarak getirdiklerinde kalkma vaktinin geldiğini anladık. Yollukların ardından hesabı ödedikten sonra ayakta duramayacakları taşıyıcı ekip hâli hazırda bekliyordu. Bahadır biraz kötü olmuştu, Nergis de pek iyi sayılmazdı. Dışarıda biraz yürüyerek ayılmalarını sağlamayı düşünüyorduk. Dut, Kuru, Nergis ve Derya bağıra bağıra şarkı söylüyorlardı, Konur’dan Yüksel’e döndüğümüzde metro girişinin yakınındaki kokoreççiyi görünce oraya doğru koşmaya başladılar, biz de Rıza, Laz, Bahadır, Muhterem ve ben arkadan aheste aheste sohbet ederek geliyorduk, Mustafa Kızlar ile birlikte kokoreççiye koştu. Herkes sırayla siparişlerini verdikten sonra kokoreççi bana döndü;

“Sana nasıl yapayım hocam?”
“Yok ben almayayım.”
“O yemez abi, vejetaryen de kendisi” diye lafa karıştı Mustafa.
“Ne olmuş?” dedim şakayla karışık tersleyerek ancak bu konuda bilmeden üstüme gelinmesinden hiç hoşlanmıyordum.
“Ne anlıyorsun oğlum et yememekten? Kokoreçten bir şey olmaz, kokoreç ye bak.”
“Ya bi’ git, memnunum ben halimden.”
“Oğlum bak kelleşiyorsun” dedikten sonra ortamdan küçük bir kahkaha koptu.
“Kınama oğlum, çocuğunda çıkar. Karmanın seni ne kadar çok sevdiğini sen benden iyi bilirsin.”
“Sorma ya, Hacer’e şişko diye diye biz göbek yaptık. Doğru diyorsun, sen yeme kardeşim, ne yaparsan yap arkandayım.”
“Sen de hemen çark ediyorsun be Mustafa!” diye karşılık verdi Laz. “Oğlum bak kafan çalışmaz, hem ne oluyormuş yenmeyince? Dünyayı sen mi kurtaracaksın?” diye üsteledi.
“Evet ben kurtaracağım” dedim üzerinde pek durmayarak, zaten anlatacak kafada değildim. “Bahadır sen nasıl oldun?” diye Bahadır’a döndüm. Hem konudan uzaklaşmak hem de Bahadır’ı yoklamak için. O da elini kaldırıp durumunun iyi olduğunu belirtip kokoreçe gömüldü.

Herkes karnını doyurduktan sonra evlere dağılmaları zor olacağı ve o saatte ulaşım aracı olmadığı için kızlar Kuru’ya, erkekler de Bahadır’a gitmek için hareketlendi. Muhterem’in arabası vardı ancak alkolü fazla kaçırdığı için o da Bahadırlar’a gitmeye karar verdi. Bize de çok ısrar ettiler, hatta hep beraber Bahadır’a gidelim fikri atıldı ortaya, Bahadır da çok heveslendi ama birkaç gün sonra çıkacağımız gezi için hazırlanmamız gerekiyordu. Ayrıca bu kadar tantanalı ve kahkahayla geçen gecenin ardından feneri ağlayarak söndürmek istemiyordum. Ne de olsa birkaç gün sonra gidecek ve onları uzunca bir süre göremeyecektim. Uzun uzun sarıldık hepsiyle de, öpüştük, koklaştık. Duygusal bir hava bürüdü hepimizi de. Göz yaşlarına mahal vermeden olaysız ayrıldık ama hala dönüp birbirimize el sallıyorduk farklı yönlere giderken.



*Arkası yarından sonra*


Blogger tarafından desteklenmektedir.