Herkes yaya olarak gideceği için herkesi uğurladıktan sonra biz de bulvara çıkarak bir taksi çevirdik, öncesinde ise ilk açık bulduğum büfeden tuzlu bir kraker almayı ihmal etmedim. Midenin yatışması gerekiyordu. Eve bir sokak kala inip yürüme teklifime Dut da olur verince birer sigara yakıp, eve gitmeden önce askerlik şubesinin karşısındaki parkta banklara oturduk. Ankara’yı tepeden gören yerlerden birisiydi burası, kulağım Dut’ta olmasına rağmen dikkatim Ankara’da idi. Herkesin gri, ölü, memur şehri deyip beğenmediği Ankara benim için dünyanın en güzel kentiydi.

“En sevdiğin şehir neresi?” diye sordu Dut, bu düşüncelerimi duymuşçasına. “Yeterince şehir gezmişsin, neresi en güzeliydi? Nerede yaşamak isterdin?”
“Ankara!”
“Ciddi misin?”
“Evet.”
“Ama burada deniz yok?” dedikten sonra kendi espirisinden kendisi de iğrenerek kötü bir kahkaha taklidi yaptıktan sonra ekledi “cidden neden Ankara?”
“Küçük bir ilçeden geldim biliyorsun, gözümün ilk açıldığı, ilk biramı içtiğim, uzatmayacağım, her şeyin ilki Ankara’daydı benim için. Ben burada ben oldum. Mutlaka geldiğim yerden bir şeyler getirdim ama burada tamamlandım ben. Tüm ergenliğim, arkadaşlarım, hayatım burası oldu. Buradan daha küçük bir yerden geldiğim için de bulunmaz bir nimetti burası benim için. Peki sen? Neresi senin şehrin? Dur tahmin edeyim, İstanbul?”
“Bilemediniz beyefendi.”
“Aa? Şu an gerçekten şaşırdım, neresi peki?”
“Önceden İzmit’ti, şu anda burası ama aslına bakarsan ben öyle bir şehrin tutkunu falan olmadım hiçbir zaman. Şehirlerin kendisi cazip gelmez bana. Ne bileyim, İzmir’de Kordon’da olsaydım, şimdi Adalar’da olsaydım, Ortaköy’de waffle yeseydim, Hopa’da yaylada olsaydım, Urfa’da ocakbaşında olsaydım gibi özlemlerim olmaz. İnsan özlerim ben. Mesela bir arkadaşım Çorum’da okuyordu, sırf onunla bir süre takılmak için Çorum’a gittim.”
“Harbiden mi?”
“Evet.”
“Nasıldı peki?”
“Ne nasıldı?”
“Çorum.”
“Öyle sıradan, sıkıcı bir yer ama dedim ya şehirler önemli değil benim için. Abi Çorum’da ne işim var, sen Ankara’ya gel burada takılırız demem. Çünkü ben ne şehre, ne oranın ortamına gidiyorum, sadece arkadaşım için gittim. Aynı şekilde yarın Kuru Iğdır’a yerleşse, sırf onu görmek için giderim.”
“Muhakkak canım, ben de buradaki arkadaşlarımdan, yaşanmışlıklardan dolayı seviyorum burayı.”
“Hayır öyle değil. Merzifon’da arkadaşın olsa oraya takılmaya gider misin?”
“Gitmem herhalde.”
“Ondan bahsediyorum işte ama İstanbul’da tanıdık birisi olsa, öyle samimi olmadığın, davet etse seni koşarak gidersin.”
“Evet giderdim.”
“Bundan bahsediyorum.”
“Anladım, kalkalım mı? Uykum geldi iyice.”
“Evet kalkalım” dedikten sonra sigarasını söndürüp girdi koluma, boşta kalan eliyle de kolumu tuttu, o şekilde şubenin etrafından dolanıp eve vardık. Olabilecek en sessiz şekilde Dut’un odasına ulaştık.
“Soyun!”
“Dut çok yorgunum” dedim bitkin bir sesle.
“Bir şey yapmayacağız, ben de yorgunum. Sokak kıyafetlerinle bu yatağa giremezsin zaten, ayrıca sana dokunmak istiyorum.”
“Ya pijamalarım falan hepsi burada zaten. Tamam aklımdan ilk geçen böylece sızmaktı ama tebdili kıyafetsiz huzura alınmadığımızı da unutmuş değilim.”
“Hayır pijama da yok!” dedi Dut kararlı bir ses tonuyla.
“Madem öyle istiyorsun” dedikten sonra boxerımla kaldım, Dut da aynı şekilde sadece altında küloduyla girdi yatağa.
“Sarıl!”
“Gel bakalım” dedikten sonra alıştığımız uyuma pozisyonuna girdik, üzerimize de pikeyi alarak.

Bu şekilde uyumak beni her zaman tedirgin ederdi. Çocukluğumdan beri hava çok sıcak olsa bile mutlaka şort, t-shirt giyerdim yatmadan önce. Acil dışarı çıkmam gereken bir durum olur, deprem olur, yangın çıkar, birisi gelir tedirginliğinden dolayı yarı çıplak yatma fikri hiç çekici gelmemiştir bana. Kaldı ki Dut’un evindeyiz ve Bahar da evde. Mutlaka müsade istemeden ya da çat kapı girmezdi içeriye ancak yine de tedirgin etmeye yetiyordu. Yarı çıplak uyuma gerginliğini üzerimden attıktan sonra birden bu gecenin arkadaşlarımı gördüğüm son gece olduğu aklıma geldi. Bu düşünce tüm uykumu kaçırmıştı.

“Dut” diye fısıldadım Dut’un kulağına.
“Hıı” diye bir yanıt aldım fısıltıma karşılık olarak.
“Su içmeye gidiyorum, belki bir tane de sigara içerim, ister misin sen de?”
“Off giyinmesi çok sıkıntı şu an.”
“Bornozun kapının arkasında, onu getiririm. Hem zengin gösterir” dememden sonra gülerek kalktı yataktan.
“İyi tamam getir, uyutmayacaksın sen bu gece bizi, belli.”
“Yok canım, uyuruz sigaradan sonra” dedikten sonra kalkıp şortumu giydim.

Güneşin doğmasına az bir zaman kaldığı için hava hafif serinlemişti, sırt çantamın üstündeki yakası kaymış, rengi atmış, gece yatmalık t-shirtümü de üstüme geçirdikten sonra Dut’a bornozunu verip geçtim mutfağa, Dut da esneyerek ardımdan girdi mutfağa. Işık gözlerimizi alacağı için antrenin ışığını açıp o ışıkta içtik sularımızı. Sigaraları da yakıp çıtırtılarını dinleyerek çektik içimize. Oradaki ilk günüm aklıma geldi, üç ayda her şey o kadar hızlı gelişmişti ki, üç ay önce hiç tanımadan yanında uyandığım kadınla şu anda ayrılmaz bir bütün olma yolunda ilerliyorduk, hayatlarımızı bile birbirimize göre şekillendirmeye başlamıştık.

“Yanlış mı yapıyorum acaba?” diye direk konuya girdim.
“Neyi?” dedi Dut, şaşırmadan. Aramızda bu şekilde başlayan diyaloglar çoğalmıştı zira.
“Gitmekle.”
“Neden öyle bir kanıya vardın?”
“Herkesi, her şeyi ardımda bırakıp gidiyorum. Bir şeyler yanlış geliyor.”
“Kime göre? Neye göre? Bak Emreciğim çok görmüş geçirmiş birisi değilim ama en azından bu yaşıma kadar sırça köşkte de büyümedim. Buna dayanarak diyebilirim ki şu dünyada doğru diye bir şey yok.”
“Nasıl yani?”
“Doğru da yanlış da göreceli kavramlar bence. Tüm insanların üzerinde mutabık kaldıkları bir doğru ya da yanlış bulamayız. Belki birkaç istisna çıkar ancak onun da karşı tezleri sunulabilir. Yani yaptığın bir şeyin doğru ya da yanlış olduğunu düşünmektense o şeye inanıp inanmadığını oturt kafanda. Sen inanıyorsan doğruluğuna, yap. Genel yargılar seni etkilemesin. Nasılsa başka bir inanışa göre o yaptığın şey yanlış olacak.”
“Sen boş vakitlerinde yaşam koçluğu mu yapıyorsun?”
“Yolacak kaz bulabilirsem neden olmasın?” dedi gülerek “herkesin düşünerek içinden çıkabileceği durumlar için kendisine ukalalık edecek, ahkâm kesecek insanlara para ödüyorlar ne de olsa.”
“O kadar da küçümseme canım.”
“Bence öyle abi. Neyse hadi yatalım, gün ağardı. Of Emre ya, uykunun içine ettin! Ne güzel uykum vardı.”
“Tamam Dut’um kızma, uyuturum ben seni.”
“Nasıl olacak o?”
“Ninni söylerim” dedim gülerek.
“Zevzek!” deyip omzuma vurduktan sonra tekrar yatağa doğru yol aldık, iyice bitkin düşmüştüm ama uykum da dağılmıştı. Yalnız kollarımda Dut olunca Kumadam göz kapaklarıma kumlarını serpmeye başlıyordu, çok geçmeden ikimiz de derin bir uykuya daldık.

***

Uyandığımda öğle vakti olmalıydı, içerisi oldukça aydınlıktı. Perde kapalı olmasına rağmen güneş göz alıyordu. Dut ise hala ölü gibi yatıyordu, uyandırmadan ayak ucundan kalkıp mutfağa yöneldim. Damacanın canını çıkararak üç büyük bardak su içtikten sonra dolabı açınca hayal kırıklığına uğradım. Dolaptaki şişede soğuk su vardı. “Neyse” deyip karın doyurabileceğimiz neler var onlara göz gezdirdim. Yeterince yumurta vardı, kaşar peynir az kalmıştı ama omlet için yeterliydi. Birkaç domates ve bir tane salatalık, zeytin, beyaz peynir. Bir öğrenci evinden beklenmeyecek potansiyele şahitlik ediyordum. Ben yıllarca boşuna erkeklerle kalmışım, bir kız evine çıksam demek ki Ali ve Samet ile yaşadığımız gerginliklerin hiç birisini yaşamayacaktım. Dolapları karıştırdığımda kavonoz içinde çay da buldum. Her açtığım dolap kapağında tekrar şaşırıyordum, sallama değil, demlemelik çay vardı, demlik poşeti.

Isıtıcıya suyu koyup dolaptan tavayı çıkardım. Yağın kızmasını beklediğim süre zarfında çayı da demlemiştim. Çok geçmeden omletler de hazır olunca Dut kapıda belirdi, belki de çoktan beri oradaydı, farketmemiştim.

“Oo aşçıbaşım, nedir bugünkü şefin önerisi?” dedi gülümseyerek.
“Sana omlet yaptım, kaşarlı. Ben de seni yiyeceğim” deyip üstüne atladığımda çığlık atıp kendisini banyoya kitledi.
“Sen vejetaryen değil misin oğlum?” diye bağırdı içeriden, “herkese söylerim bak göstermelik vejetaryen olduğunu.”
“Hadi yıka yüzünü de gel, şu tatil işini konuşacağız. Çay da var.”
“Tamam geliyorum, sen doldur çayları.”

Mükellef bir sofradan hallice kahvaltımızı tüketirken bir taraftan da yol planımızı konuşuyorduk. Ertesi gün ya da sonraki gün yola çıkmayı kafaya koymuştuk. Yolluk bir şeyler pişirmeyi düşünüyordum ama düşününce zahmetli geldiği için vazgeçip hazır bir şeyler çıkılamaya karar verdik.

Plan belliydi, Eskişehir Yolu’na çıkacak, Mesa’nın oradaki kavşakta, sabahın köründe beklemeye başlayacaktık. Yol uzun, havanın da sekize doğru karardığını düşünürsek ve buna bekleme sürelerimizi de eklersek bir gün içerisinde yolu tamamlamak için plan uygun görünüyordu. Güzergâhımız Sivrihisar üzerinden Afyon, oradan da Fethiye yol ayrımından Akyaka! Havaya girmiştim ben de. Tek eksiğimiz çantalar ve yolluğumuzdu. Kahvaltının ardından kirlilerimizi çamaşır makinasına atıp yolluk almak için attık kendimizi sokağa.

Döndüğümüzde çamaşır makinası görevini tamamlamış vaziyette bizi karşıladı, elimizdeki yükte ve pahada hafif yolluklarımızı mutfağa bırakıp çamaşırları kuruması için salona kurduğumuz ayaklı tele astık, geceye kadar kurumarı gerekiyordu, ertesi gün yola çıkıyorduk zira.

Çamaşırlar kururken bir taraftan da Dut’un kusursuz planının üzerinden geçiyorduk. Bütçe yeterliydi, gönlümüzce eğlenecektik. Alkole ve bilimum yakın çevre gezinmelerine paramız vardı. Bir gece takılmak için Marmaris’e gitme planımız da vardı. Etrafta diğer gezilecek her yerin planını çıkarmıştık, kağıt üzerinde kusursuz bir rotamız vardı ancak Dut, bunların sadece plan olduğunu, başımıza ne geleceğini ve bizi neler beklediğini bilemeyeceğimizi söyledi. Böyle söyleyince bir tedirginlik yaratmadı değil, sanırım niyeti de bu idi.

Dut arkadaşından çadır ve tulumu almaya gittiğinde ben de yolluk erzakları hazırlayıp bilgisayarın başına geçtim. Otostopçu forumlarından en uygun otostop noktalarına bakıyordum. Otostopçular için vikipedi sayfası bile varmış. Düşününce animelerin bile vikipedisi olduğuna göre otostobun da olması yadırganmamalıydı. Güzergâhı ve bekleme noktalarını belirledikten sonra kapattım bilgisayarı.

Dut akşamüstü omzunda iki uyku tulumu ve iki kişilik çadırla geldi eve. Biraz gecikmişti ama lafa dalmıştır diye üzerinde durmadım. Odaya girdiğinde HitchWiki’den edindiğim bilgileri gösteriyordum, okuduğum blogları. Daha önce bu deneyimi yaşamış olanlardan öğreneceğimiz çok şey olacaktı. Aynı zamanda Sivrihisar’a kadar olan yol benim ailemin yanına giderken sürekli kullandığım güzergâh olduğu için konaklama tesislerini, arabaların yoğun olarak geçtiği yerleri biliyordum. Haziran’ın sonlarına geldiğimiz bu günlerde, rotamıza uyacak araç bulmak da çok zor olmayacaktı, en azından öyle düşünüyorduk.


*Arkası yarından sonra*


Blogger tarafından desteklenmektedir.