İkimizde de orta boy sırt çantaları, birer tulum, yollukların olduğu ufak çanta Dut’ta, çadır bende çıktık yola. Saat altıyı biraz geçiyordu, taksiyle Kızılay’a vardık. Gün boyu gereken enerjimizi yürüyerek harcamayalım diye ilk tatil bütçemizi taksiye kullandık.

Ormancı’da çay ve poğaça ile kahvaltımızı yaptık, otobüsler altı buçuk – yedi gibi gelmeye başlıyordu. Telaşımız da olmadığı için iki çay içmenin çok vakit kaybettirmeyeceğini düşündük. Dut’un aklına uyup ben de rengarenk giyindim, dikkat çekmek için. Üç haftalık sakallarım da eklenince bu ahenge, resmen yetmişlerden fırlayan iki bitli turist görüntüsü çiziyorduk. O dönemde hippilere bitli turist denmesi, ilk duyduğum zamandan beri komik geliyor. Banyo yapmadıkları ve taranmamış saçlarından dolayı sanırım bu yakıştırmayı yapmışlardı, kim bilir, belki gerçekten bitlilerdi. Başımdaki geniş şapka, Dut’un başındaki bandana ile gerçekten dönem dizilerinde oyuncu olabilirdik ama böyle pek bir sevimli olmuştuk. İkimizde de kapriler, rahat spor ayakkabılar, renkli tişörtler ile hem ilgi çekici hem de güven verici duruyorduk. En azından zararsız, korkulmayacak.

Çaylardan son yudumları da alıp, hesabı ödedikten sonra saat yedi sularında “vira bismillah!” diyerek kalktık iskemlelerimizden. Durağa doğru giderken birer sigara daha yaktık. O kadar keyifliydik ki ayaklarımız yere basmıyordu neredeyse, heyecan da cabasıydı. Durağın hemen arkasındaki büfeden yedek birer sigara daha aldık. O kadar içmezdik muhtemelen ama olur da Akyaka’ya varmamız uzayacak olur, gece dışarıda kalacak olursak diye tedbir aldık. Yanımıza 1,5 litrelik de iki tane su almayı ihmal etmedik. Her şeye hazırlıklıydık. Hiç araç bulamamaya bile ya da bir haftada gideceğimiz yere varmaya. Bize göre hava hoştu, maksat tatil yapmak, sahilde güneşlenmek, yüzmek falan değildi, beraber yolculuğa çıkmaktı.

Saat yedi buçuğu biraz geçe geldi otobüs, beklediğimden daha kalabalıktı. Kartları basıp arkaya doğru ilerledik, ortadaki geniş alana çantalarımızı ve tulumları koyup hemen yanıbaşındaki koltuklara oturduk. Otostop mu yoksa Dut ile yola çıkmak mı sebebini bilmiyordum ama kalbim olması gerekenden hızlı atıyordu. Hiçbir şey konuşmadan kat ettik tüm yolu. Ben pencereden dışarıyı izledim, Dut da başını omzuma koyup kestirdi biraz, uykusunu iyi alamadı sanırım, erken kalkmaya alışık değildi zira.

Eskişehir Yolu’ndan sapacağı sırada Dut’u da uyandırdım, indik otobüsten. Biraz sersemlemiş gibiydi Dut, gözleri mahmur. Büyükçe bir alışveriş merkezinin karşısında indik, işlek sayılabilecek bir noktaydı. Çantaları yere koyarak birer sigara yaktık önce, izmaritlere orantısız güç uygulayıp ayaklarımızın altında ezdikten sonra ilk olarak Dut kaldırdı elini, ardından da ben. Dut ile nizamiyeden çektiğimiz otostoplar olmuştu ama bu bambaşkaydı. Aslına bakarsan tüm prensip aynı ama yol daha uzundu.

Yaklaşık bir buçuk saat otostop çektik, dokuz araç durdu ve hepsi de Yaşamkent tarafına ya da yeni açılan alışveriş merkezine gidiyorlardı. Kaç sigara tükettik hatırlamıyorum, suyun tekini de bitirmek üzereydik. Umudumuzu kaybetmemiştik ancak biraz yorulmuş ve sıkılmıştık. O sırada Dut’un aklına dahiyane bir fikir geldi. Havlu! Evet ya, biz bunu nasıl düşünememiştik? Otostopçunun olmazsa olmazıydı.

***

Havluları omzumuza ardıp galaksiler arası otostop çektiğimizle ilgili geyik yaptığımız sırada yaklaşık on yaşlarında bir araba durdu. Spor bir modeldi, içinde de takım elbiseli, yaşı henüz otuz bile olmayan genç bir eleman vardı.

“Hangi galaksiye gençler?” diye seslendi, arabanın camını indirip. O sırada hepbir ağızdan kahkaha attık.
“Yaklaşık 700 ışık yılı uzakta gideceğimiz yer” dedi Dut, “sen ne tarafa?”
“Polatlı’ya gidiyorum, işinizi görür mü?”
“Görmez mi!” diye atladım. Eleman arabadan inerek çantaları bagaja koymamıza yardım etti, sonrasında ise ben öne, Dut arkaya olmak üzere araçtaki yerimizi aldık. İkimiz de arkaya otursak hem adama güvenmiyor gibi hem de şoför muamelesi yapıyor gibi olacağından böyle bir oturma düzeni ayarladık. Daha önce çalışılmış konuydu tabii ki bu.
“Tam olarak ne tarafa gidiyorsunuz?”
“Akyaka” dedim gülümseyerek.
“Ulan öğrenci olmak vardı şimdi. Biz de üniversitede çekerdik otostop, öyle uzun yola gitmedim hiç ama yine de keyifliydi. Muhabbet ede ede varırdık okula ya da şehir merkezine, toplu taşımadan daha cazipti. Öğrenci olunca bir de, paran cebine kalıyor, o kısmı daha keyifliydi tabi” dedikten sonra tekrar gülüşmeler geçti aramızda.
“Sen ne iş yapıyorsun?” diye sordu Dut, elemanın lafı bitince.
“İlaç firmasında çalışıyorum, Polatlı’ya da sipariş almaya gidiyorum.”

Polatlı’ya varana kadar neredeyse hiç susmadık, çok kafa birisi çıktı eleman. Yolda da Led Zeppelin açtı, keyifli keyifli tükettik yolu. Acele de etmedi varmak için, bizim araç bulmamızdan daha çok ihtiyacı varmış yolcu bulmaya sanırım. Çok sıkıldığını anlattı işten, hatta “hadi ben de geleyim, siktir edeyim işi, altımızda araba da var” dedi ama yapamayacağını o da biliyordu. Yol üzerinde uygun bir benzinlikte bıraktıktan sonra arkamızdan imrenerek baktığını gördüm. Sevgilisinden de yeni ayrılmış, bizi böyle görünce daha bir hüzünlendi adam başlarda, dert yandı kısa bir süre, sonrasında da muhabbetin akışına bıraktı kendini.

Yolculuğumuzun ilk aşamasını tamamlamıştık, bunun haklı gururunu yaşıyorduk. Arabada kırk beş dakika boyunca sigara içemediğimizden yaktık birer tane, iner inmez. Yolu gözledik biraz, geçen araçların nerede durabileceğine bakıyorduk. Işıkların yakınındaydık ancak tam da transit geçiş noktası olduğundan dolayı araçları burada durduramazdık, biz de çantaları sırtlanıp yürümeye başladık Eskişehir yönüne doğru. Trafiğin nispeten durulduğu, büyük arsaların yanında bir yer bulduğumuzda çantaları indirip omzumuzda havlularla otostop çekmeye başladık. Saat 11:00’e geliyordu, önümüzde de uzunca bir yol vardı. Yanımda Dut olduğu sürece hiçbir şey sorun değildi ancak hava karardığında ne yapmamız gerektiğini bilmiyordum.

Yarım saat boyunca sadece bir tane araba durdu, onda da bizden bile genç olduğunu sandığım üç tane eleman vardı, tiplerini beğenmediğimizden yolladık, zaten altlarındaki araca bakınca uzun yola gitmedikleri de belli oluyordu. Onlardan beş – on dakika sonra bir tane çift kabin kamyonet durdu, o da gideceğimiz yöne gitmiyordu. Biz de birer sigara daha yakıp aheste aheste otostoba devam ettik.

“Emre!”
“Efendim canım.”
“Sen ne ara başvurunu falan yaptın? Kimse son ana kadar bilmiyormiş gibiydi.”
“Seninle tanışmadan önce.”
“Peki bana neden hiç söylemedin? Hadi beni bırak, kimseye söylememişsin.”
“Sormadılar” dedim gülerek, “şaka bir tarafa, ben neredeyse unutmuştum bile başvurduğumu. Umutsuzca ve öylesine bir başvuruydu, olumlu ya da olumsuz bir yanıt gelmeden söylemeyeyim dedim kimseye. Hani sonuçta olur ya da olmaz, maskara olmak var işin ucunda.”
“Neden maskara olasın?”
“Ya ne bileyim, öyle düşündüm. Seninle Viyana konuşmasını yaptığımız gün önkayıt yapmaya hak kazandığımı bildiren bir mail aldım. O günkü durgunluğum da ondandı. Hiç beklemediğim için yıkılmış gibiydim o gün, zaten seninle tanıştığımdan beri günlerin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Dolayısıyla okula başvurduğum da aklımdan çıkmış gitmiş. Kabul edildiğimi öğrenir öğrenmez de ilk seninle paylaştım.”
“Hımm, neyse, zaten ben de geliyorum, değişen bir şey olmaz” dedi gülümseyerek.
“Sen geliyor olmasaydın ben nasıl dayanırdım bilmiyorum.”
“Nasıl yani?”
“Vazgeçmeyi düşünmeye başlamıştım. Sen bir taraftan, arkadaşlar bir taraftan, bırakıp gitmek çok zor gelecekti. Tamam, bizimkileri burada bırakıp gitmek hala içimi buruyor ama sen de geldiğine göre, dayanması çok daha kolay olacaktır.”
“Ee sen ayarladın mı her şeyini? Nerede kalacaksın? Yer, yurt falan?”
“Yok daha bakmadım onlara, internetten araştıracağım, sen?”
“Bizimkini okul ayarlıyor, sıkıntı yok bende. Senin orada tanıdığın vardı, yanında çalışacağın, ona sorsan?”
“Şu tatili bitirelim de hepsini ayarlayacağım canım.”
“Oradaki yurt sistemi de bizimkilere mi benziyor acaba?”
“Bilmem gid…”
“Gençler, ne tarafa?” diye bir ses duyduk, lafım yarım kalmıştı. Elimiz havada konuşmaya dalmışız, gelen arabayı bile görmedik.

Saçları kırlaşmış ama genç görünen bir adamla, yine aynı şekilde bakımlı, en fazla otuz yaşında gösteren bir kadın vardı. Gayet güler yüzlüydüler. En fazla altı – yedi yaşında bir aile arabaları vardı, görünüşe göre onlar da tatil sezonunu açmışlar. Antalya yönüne gidiyorlardı. Bu da Afyon’a kadar beraber gidebilecekleri anlamına geliyordu. Bagajda sadece tek çanta için yer olduğundan diğer çantaları kucağımıza alarak oturduk arka koltuğa.

“Ne konuşuyordunuz hararetli hararetli?” dedi gülerek kaptan şoförümüz, “kornaya basacaktım biraz daha duymasaydınız.”
“Önümüzdeki sene Viyana’da okuyacağız da ikimiz de, onunla ilgili konuşuyorduk” dedi Dut olanca sevecenliği ile.
“Viyana ha?” diye araya girdi şoförün eşi, “geçen sene tur ile gitmiştik oraya, muhteşem bir yer. Her yer tarihi bina…” diye başlayan uzun bir Viyana muhabbetine girdik. Ardından yaptıkları seyehatler, eğitim, evlilik hikayeleri…

Her ne kadar muhabbet başlarda hoş olsa da, gitgide sadece kadının kendini methetmesine dönüştü. Bir sürü şehir gezmişler, yok Milanoda çok güzel butikler varmış, Londra Soho’da çok güzel kahve içmişler, Barselona’daki katedral çok güzelmiş, Paris tam bir aşıklar şehriymiş… Anlattı da anlattı. İnsanın ses tonundan bile gerçekten paylaşmak için mi yoksa gösteriş yapmak için mi anlattığı belli olurdu ve bu kadın kesinlikle paylaşmak için anlatmıyordu. Çok büyük ihtimalle yakın çevresi kadının bu muhabbetlerinden sıkılmış ve artık gezi maceralarını dinlemiyordu ancak kadının içindeki önlenemez hava atma isteği doyuma ulaşmamış olacak ki ilk bulduğu kişilere akıtıyordu zehrini.
Eşi de anlamış olacak ki sıkıldığımızı, karısına kaş, göz, öksürük ve imalarla durmasını işaret ediyor fakat kadını dizginleyemiyordu. Diyalog olarak başlayan muhabbetimiz, kadının monologuna dönüşmüştü. Dut’un patlamak üzere olduğunu farkettiğimde sağlı sollu dinlenme tesislerine gözüm ilişti. Sivrihisar’da olmalıydık. Şoförün mola vermeye hiç niyeti yoktu. O sırada Dut’un yakarır gibi sesini işittim: “Zahmet olmazsa bizi sağda, Şoförler Cemiyeti’nin dinlenme tesisinde bırakabilir misiniz?” Hepimiz donakaldık. Dut’a baktım ama gözlerini kaçırdı. “Arkadan başka arkadaşlarımız geliyor otostopla da, burada buluşacaktık bu saatlerde” dedi telefonunu gösterip. Ömrümde tanıdığım en zeki ve pratik insanlardandı Dut. Bu arabadan ben de kurtulmak istiyordum lakin hiçbir planım ya da fikrim yoktu nasıl yapacağıma dair.

Çantayı aldık bagajdan, sevecenmiş gibi davranıp vedalaştık adını bile sorma tenezzülünde bulunmadığımız yol arkadaşlarımızdan. Cebimden telefonu çıkarıp saate baktım, 13:00’a geliyordu. Havanın kararmasına yedi saatten fazla vardı ve tek seferde gitsek beş buçuk – altı saatte tüketirdik yolu. Dut’un “üzerimizden şu kadının enerjisini atalım” teklifini, sanki teklif etmesini beklercesine kabul ettim. Çantaları yüklenip dinlenme tesisine doğru yürümeye başladık. Her ne kadar tesise giren yolun kenarında indirseler de çimlerin üzerinden kestirme bir şekilde benzinlik ve hediyelik eşya satan, yemek yenen kısımların arasından tuvalete ulaştık, Dut’un ihtiyacı vardı. Çantaları yemek yenen kısmın verandasında bulunan masalardan birine bıraktık, ben de oturup Dut’u bekledim. Geldiğinde çaylarımızı ısmarlayıp yolluk bisküvilerimizden atıştırmaya başladık.

Uykusuzluk gözümüzden akıyordu, kadının çenesi de iyice bezdirmişti ikimizi de. O sırada yanımıza küçük bir kız çocuğu geldi, 6 yaşlarında, kıvırcık, sapsarı saç, masmavi gözlerle gülerek geldi yanımıza. Dut çocuklarla çok iyi anlaştığından hemen kucağına alıp konuşmaya başladı “annen nerede, burada ne yapıyorsun?” diye, hemen arka masamızdaymış ailesi, o da öylesine geziyormuş. Göbekli, bıyıklı, saçları seyrelmiş, tam bir aile babası gülümsedi önce, önlerinde evde hazırladıkları saklama kabına konmuş yolluklarını yerken. Altında kendine eğreti duran bir sürü cebi olan bir şort ve mavi, askılı üstüyle tam bir günübirlikçi izlenimi veriyordu. Karşısında oturan eşi ise kaprisi, yarım kol bir tişörtü, kısa kesilmiş saçları ile tam bir tatilci anneydi. 10’lu yaşlarında bir kız çocuğu daha vardı yanlarında, yaklaşık onbir yaşında olmalıydı. O, anne ve babasına nispeten daha süslüydü.

Masalarına davet ettiler, ufaklıkla beraber icabet ettik masalarına, biz de azığımızı koyduk ortaya, birlikte yiyip içtik yarım saat kadar. Muhabbet ise gırla gidiyordu. Marmaris’e, bacanağın yanına, yazlığa gidiyorlarmış. Her sene tatillerini aynı döneme denk getirerek ailecek tatil yaparalarmış. Bizim otostop çektiğimizi öğrenince önce bir cıklamalar geldi, “yavrum tehlikeli değil mi?” gibilerinden de telkinler. Yine de anlayışlıydılar, özellikle Fikret Amca; “bırak çocukları gençliklerini yaşasınlar hanım” dedi eşi Vasfiye Teyze’ye. Tam onları uğurlayacaktık yollarına, “e biz de aşağı yukarı aynı yere gidiyoruz, gelin beraber gidelim” dediler, rahatsız etmek istemediğimizi söyledik ama yeterince yerleri varmış, minibüsle çıkmışlar yola. En arka koltuklar boşmuş.

Arka koltuktaki birkaç eşyayı da bagaja koyarak başladık işe. Bizim çantaları da attık, tıka basa doldu bagaj. Yolun ilk yarım saatinde Ezgi ve Esra ile ilgilenip Fikret Amca ve Vasfiye Teyze ile muhabbet ederek geçirdik. Ezgi’nin canayakınlığını zaten yanımıza gelmesinden anlamıştık, Esra ona nazaran biraz daha kaprisli olsa da beraber şarkılar söyledik, Ezgi’nin oyuncaklarıyla oynadık. Yolun dinginliğine daha fazla dayanamayan kızlar sızdı ister istemez. Biz de göz kapaklarımızı zor açık tutuyorduk. O sırada Fikret Amca imdadımıza yetişti; “gençler siz de uyuyun isterseniz, ben yaklaşınca uyandırırım sizi” dedi babacan bir ses tonuyla. Teşekkür ettikten sonra Dut başını omzuma koydu, ben de onun başının üstüne, elele tutuşarak kendimizi uykunun derinliğine doğru batmaya bıraktık.

Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum, Dut kucağıma yayılmış, başını dizime koymuştu. Gözlerimi araladığımda hava alacakaranlıktı, güneş batmaya yüz tutmuştu. Ezgi ve Esra da ağızları açık bir şekilde uyuyorlardı. Gülümsedim. Yol atımızdan kaymıyordu, motor çalışır vaziyetteydi. Fikret Amca kafasını camdan sarkıtarak biriyle konuşuyordu. Gözlerimi ovuşturarak Dut’u kucağımdan kaldırıp Fikret Amca’nın yanına kadar gittim, Dut hala uyukluyordu.

“Hayırdır Fikret Amca?” dedim konuşması bitince.
“Heh uyandınız mı çocuklar? Ben de sizi uyandıracaktım, geldik Akyaka’ya” dedi yorgun sesiyle.
“Nereye?” dedim anlamayarak, uyku mahmurluğunu üzerimden atamamıştım.
“Akyaka yavrum, şu yokuşun aşağısı çarşı. Sizi orada bırakacağız, oradan sahile inip sağa doğru yürüdüğünüzde bungalovlarlar varmış, ister orada kalın, ister apartlar varmış çarşıda. Bungalovları geçip yoldan devam ederseniz de kamp alanına çıkıyormuşsunuz.”
“Fikret Amca çok teşekkür ederiz de ne gerek vardı, yol ayrımında bir yerde indirseydin bizi.”
“Yok yavrum, zaten yol üstü, 5-10 kilometre içeri girdik sadece. Yukarıya, kamp alanına bırakayım dedim de geçe kalacağız o zaman, hem de yoruldum, mola verirsem yola çıkması zor gelecek tekrar. O yüzden sizi burada indireyim ben” dedi çarşıya vardığımızda.

Fikret Amca’yla ben çantaları indirirken Dut hala gözleri ovuşturuyor, bir taraftan da esniyordu. Çantaları kaldırıma koyarak vedalaştık yol arkadaşlarımızla, Ezgi hala uyuyordu, Dut gidip uyurken öptü Ezgi’yi. Fikret Amca’yla telefon alışverişi yaptık, birbirimizin yakınlarına geliriz belki diye.

***

Sırtımızı sahil yönüne, yüzümüzü de daha demin indiğimiz, Fikret Amca’nın minibüsüyle tırmandığı yokuşa ve ardındaki yeşil tepeye dönerek çöktük kaldırıma, yanımızda çantalarımız. Dut başını omzuma koydu, hala uyukluyordu. Uzun süredir nikotinsiz olduğumuzun farkına varınca cebimden paketi çıkarıp tutuşturdum Dut’un ağzına, bi tane de kendime çıkardım. Sigaralarımızı tükettikten sonra kalkıp Dut’un elinden tuttum, onu da kaldırdım. Açık hava biraz kendine getirmişti, mahmurluğu azalmış, yüzü gülmeye başlamıştı. Beraber çıktığımız ilk tatil, yolu saymazsak, resmen başlamıştı. Elele tutuşup Fikret Amca’nın tarif ettiği yöne doğru yürümeye başladık. İlk önce sahile vardık. Hava kararmaya başlasa da hala seçilebiliyordu denizin berraklığı.

Takı, hediyelik eşya tezgahları vardı sahile inen yolda. Arnavut kaldırımından hafif bir eğimle sahile doğru yürüdük. Sahile vardığımızda sol tarafımızda demir atmış tekneler vardı, sağ tarafımızda da birkaç kafe. Dut denizi görünce çocuk gibi sevinip denize doğru koşmaya başladı, beni de çekiştiriyordu. Yakınına kadar gidip iezlonglarda oturanlara kamp alanını sorduk, sağımızda yükselen tepeyi gösterdiler, yolu da tarif ettiler. Ayakkabılarımıza kum dolmasın diye sahilden çıkıp taş döşeli yolu tuttuk, kamp alanına varana kadar. Uzak sayılmazdı ama yakın da denemezdi. On – onbeş dakika kadar yürüdük tepeye varana kadar.

Kamp alanının girişi göstermelik bir kapı ve çitlerle belirgin bir hale gelmişti. Nöbetçi kulübesi gibi bir yere danıştık, nereye kamp atabiliriz, fiyat nedir vs. diye, sağolsun görevli bizi yönlendirdi. Onbeş – yirmi metrelik çamların altında, denizi görebilen bir yeri seçtik. Ay o kadar güzel yansıyordu ki denize, seyretmekten kendimizi alıkoyamadık. Dut’un çadır kurma tecrübesi olduğundan krize dönüşmeden kurduk iki kişilik iglo gibi olan çadırımızı. Aslında çok basitmiş kurması. Lastiklerle birbirine bağlı olan çubukları içiçe geçirip uzun iki çubuk yapıyorsunuz, onları da yuvalarından geçirip yarım daire şeklinde büktüğünüzde çadır kurulmuş oluyor.


*Arkası yarından sonra*


Blogger tarafından desteklenmektedir.